29 Ekim 2010 Cuma

AYAK


“Buraya nasıl geldim bilmiyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Etrafımda olup bitenin farkında değilim. Gözümün gördüğü tek bir şey var. Tek bir şeye odaklanabiliyorum: Önümde koşar adım ilerleyen ayaklar. Gözlerimi onlardan alamıyorum. Bir dilenciye ait olsa gerek bu ayaklar... Ya da bir evsize... Çıplaklar. Pisler. Tırnak araları pislik dolu. Güneşten yanmış, kavrulmuş bir çift ayak. Sahibi yok. Onlar önümde hızla ilerledikçe, ben takip ediyorum. Kocaman adımlar atıyorlar, kaçarcasına. Ama ben onları takip ediyorum. Büyülenmiş gibiyim sanki. Başka-bir şey-göremiyorum.

Ah, nefes almak öyle zor ki! Bir kapana kısılmış gibiyim. Bir yandan kendi ayaklarıma ilişiyor gözüm. Sanki Kül Kedisi’nin camdan ayakkabılarını giymiş gibi, kendi ayaklarımı görüyorum ayakkabılarımın içerisinde. Ama umurumda değil. Tek bir şey var aklımda. Tek bir şey düşünebiliyorum şu an. Peşleri sıra ilerlediğim kirli ayaklar. Nereye gidiyorlar? Bilmiyorum. Ama takip etmekten kendimi alamıyorum. Sanki bir şey arar gibi, bir şeyi kovalar gibi. Nereye gidiyorum?

Vücudum git gide ağırlaşıyor. Akşam çöküyor -nerede olduğunu bilmediğim- bu yere. Önümdeki ayaklar, tüm pislikleriyle benden kaçıyor. Bedenimin her yerinde bir acı duyumsuyorum. Birden çok yorgun olduğumu fark ediyorum. Bir köşeye çökmem lazım. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ben yoruldukça, önümdeki bu pis, güneşten yanmış ayaklar daha da hızlanıyor. Üzerlerindeki kara kara çatlaklarla bu ayaklar, benden kaçıyor. Artık nereye gittiğimi biliyorum. Onlar nereye gidiyorsa, ben de oraya gidiyorum. Bir tarla işçisinin hoyrat eli gibi, boğumları pislik dolu bu ayaklar nemli toprağa batıp çıktıkça midem bulanıyor.

Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ters giden bir şeyler var, biliyorum. Nereden geldim bu Tanrının unuttuğu yere? Ayak bileklerim ağrıyor yürümekten. Ama şimdi duramam, durmamalıyım. Uzakta bir yerde, güneşin battığını görüyorum sanki. Gölgeler uzuyor ben bu bir çift ayağın peşi sıra ilerledikçe. Nefes alamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Çok yorgunum. Artık yürüyemiyorum. Nereden geldiğini bilmediğim sesler duyuyorum. Yere çöküyorum. Ayaklar uzaklaşıyor. Toprakta bıraktıkları izleri görüyorum ve çamurlu tabanlarını. Artık... Konuşamıyorum... Ah...”

“Sanırım rüya görüyor.”
Boynuna taktığı stetoskopla oynayan başhekime baktım, gözlerini kaçırdı.
“Hayır, uyanıyor.”
“Verdiğimiz sakinleştiricilerin etkisi bu kadar kısa sürede geçemez. Rüya görüyor.”
Başhekim, biraz alaycı bir tonla: “Demek rüya görüyor... Belki de rüyasında koştuğunu görüyordur, ne dersin?”
Gülümsediğini fark ettim. Ortada komik bir şey varmış gibi... En çok bu umursamazlığından nefret ediyordum işte.
“Bunun komik olması mı gerekiyordu?”
“Tam aksine. Trajikomik.”
“Bazı insanların -sizin aksinize- bir kalbi var, biliyorsunuz değil mi?”
“Benim de ayaklarım var, ama bununla böbürlenmiyorum.”
Cevap vermek gelmedi içimden. Başhekim devam etti: “Hem nihayetinde, ayaklarını kesen ben değildim.”
“Kadın kaza geçirmiş. Ya ne yapsaydım? Kangren yayıldığında, bacaklarını kalçadan itibaren kesecektik. Sizce bu daha mı iyi olacaktı?”
İlk defa, söylediğim bir şeyin başhekim üzerinde tesiri olduğunu gördüm. Düşünüyor, bir yandan da stetoskobuyla oyalanmaya devam ediyordu.
“Pek çok insan... Hayatları boyunca yürüyememektense, ölmeyi tercih ederdi.”
Daha fazla dayanamadım, iyice sinirlenmiştim: “PEK ÇOK İNSAN-”
“Sessiz ol, bizi duyuyor.”
Birkaç perde aşağıdan devam ettim, paranoyak bir yankı vardı sesimde: “Pek çok insan, ölmektense, ömürlerinin geri kalanında sakat olmayı tercih ederdi.”
“Uyandığı zaman, bunu ona da söylersin.”

Tam bu sırada, yatakta hareketsiz yatan hastanın boğazından bir inilti yükseldi. İkimiz de aynı anda dönüp, ona baktık. Titreyen elini, ağır aksak ağzındaki hortuma götürdü. Başhekim haklıydı, uyanıyordu.
“Deniz Hanım, Deniz Hanım! Beni duyabiliyor musunuz?”
Sesimle irkilen hasta, gözlerini hafifçe araladı. Gözbebekleri, haddinden fazla aydınlatılmış hastane odasının ışıltısıyla kısıldı. Gözlerinin içine baktım, beni duyup duymadığını anlamaya çalıştım.
“Deniz Hanım, şu an hastanedesiniz. Dün akşam saatlerinde kaza geçirdiniz. Gelir gelmez sizi ameliyata aldık. Sağlık durumunuz gayet iyi.”

Yalan söyledim. Sağlığı, iyi olmaktan alabildiğine uzaktı. Hayatı boyunca herhangi bir destek olmadan yürüyemeyecekti. Gerçi muhtemelen beni duymadı bile. Boynunu doğrultup, yarı açık gözleriyle, yatağının diğer ucuna, yani ayaklarının olması gereken yere baktı. Kendini yatağa geri bıraktı. Hâlâ anestezinin etkisi altındaydı. Hiçbir tepki vermiyordu.

Başhekime baktım. Yine aynı alaycı gülümseme vardı yüzünde. Önce hastaya, sonra bana, ardından kendi ayaklarına baktı. “Heyhat!” dediğini duyar gibi oldum. Ve o, arkasını dönüp giderken, belki de bininci kez, kendime küfrettim içimden.

24 Ekim 2010 Pazar

Hamster yemi böceklendi???


Webstats'tan bloguma gelen gidenlere bakıyordum. Bir de ne göreyim? "Hamster yemi böceklendi." diye aratan bir arkadaş gelmiş bloguma. Çok ilginç...

Tekrar geleceğini sanmıyorum, ama yine de aklınızda bulunsun. Yem böceklendiğinde, derince bir kaba boşaltıp üzerine su basıyoruz. Bütün böcekler suyun üzerine çıktığında suyu döküp, yemi iyice süzüp, kızgın fırına atıyoruz. Bu sayede yem biraz kuruyacaktır. Ardından yemi küçük parçalara ayırıp, poşetleyip, buzluğa atıyoruz. Kullanacağımız kadarını çıkarıp, çözdürüp, kullanıyoruz.

Ama ben derim ki, hiç kasmayın. Zaten çok pahalı bir şey değil. Gidip yenisini alın. Hem hayvancağız rahat etsin, hem siz böceğin bokuyla püsürüyle uğraşmayın. Tamam mı, bebişlerim? Yanaktan makas alırım.

8 Ekim 2010 Cuma

Burası New York Amerika...


Amerika ne yaptı bana? Düşünmeye sevk etti, kendime başka bir pencereden bakmamı sağladı. Neleri yanlış yaptığımızı gördüm, nerede olduğumuzu gördüm, neden orada olduğumuzu gördüm.

Salak derler Amerikalılara, evet, öyleler. Biz nispeten zekiyiz, neden? Her şeyin önceden düşünüldüğü ve planladığı bir sistemde, insanların zekaya ihtiyacı yok. Zekayı tanrı vergisi görmek bir hata, işin çevresel, kültürel yönleri var. İhtiyaçtan doğan bir özellik yani. Doğal seçilim: Salakların su içer gibi var olabildiği bir toplum ile salakların asla ve kat'a var olamayacağı, hayatta kalamayacağı bir toplum arasındaki fark.

Hazır bir sistem içerisinde var olmak nefes almak gibi, gayriihtiyari gerçekleşiyor, emeksiz ve ter dökmeden var oluyor insan. Yaşama dört elle sarılmaya, çalışmaya ve çabalamaya ihtiyaçları yok; ellerinin uzandığını alıyor Amerikalılar. Bu yüzden çok şaşırmıyorum artık komşu toprağındaki askerlere. Gücünün yettiğini aldığın, özgürlüğün başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitmediği bir toplumun insanları güvercin adımlarıyla zarar vermeksizin değil, tank misali ezip geçiyor.

Para için, emek yok. Ekmek için, emek yok. Seks için, emek yok. Düşünmeye gerek yok. Başka bir gezegenden dünyaya düşmüş yolcular gibi -nereye geldiğini ve bu yeni geldiği yerdekileri önemsemeden- yağmalayan bir toplum var. Kim olduklarını bilmiyorlar, tarihi, coğrafyayı ve insan doğasını bilmiyorlar. Başka bir tür Amerikalılar. Dünya emekçileri eğer çalışan ve üreten yürek işçileriyle, Amerikalılar predatör. Korku salan, yürüdüğü toprağı titreten, besin piramidinin tepesindeki o nihai üçgen.

İnsanca korkuları, zevkleri, hissiyatı olan küçük insanlarız biz. Kendi yağımızda kavruluyoruz. Hani bir orman gibi kardeşçesine, bir karınca kolonisi gibi uyum içerisinde yaşıyoruz; sadece farkında değiliz. Bu ülkedeki savaşım ve ayrımcılık iyi bir amaca hizmet ediyor aslında; ben ve benim gibilerden bahsediyorum şu an. Bu millet, milliyetten bağımsız ele alın lütfen sözlerimi, birlik içinde yaşayabilir, kemikleşmiş bir toplum haline gelebilir. Beraberlik mümkün ve gerekli, yalnızca biraz zamana ihtiyacımız var.

Aşk ile...

3 Ekim 2010 Pazar

Agamben'in A.G.'am ben...

Elimizde bunlar var:

random (7) çeviri (7) niteliksiz bilgi (6) sevgili günlük (6) dimi (5) final haftası (5) translation of poetry (5) şiir (5) şimdi reklamlar (5) ateizm (3) hayatım sikildi (3) kısa öykü (3) nazım hikmet poems in english (3) poetry (3) sex (3) yemek tarifleri (3) öyküler (3) Muse (2) TV (2) aşk (2) blog (2) denemeler (2) din (2) ewan mcgregor (2) istanbul (2) izmir (2) kadın erkek ilişkileri (2) linguistics (2) poème (2) çizim (2) 3D (1) 40. izleyici (1) BÜMAK (1) NY (1) abazanlık (1) aids (1) aile (1) ajda pekkan (1) alıntı (1) amerika vs. türkiye (1) ananas (1) anket (1) avatar (1) ayrılık (1) aşk-ı memnu (1) bilinmeyen gerçekler (1) bir günah gibi (1) bira (1) burger king (1) ceci n'est une pipe (1) curt wild (1) duman (1) facebook (1) filistin (1) film (1) fransızca (1) français (1) freud (1) gaykedi (1) gel gör beni (1) gramer (1) hamster yemi (1) hastalık hastası (1) hayat (1) ikea (1) inekler (1) internet (1) israil (1) itü sözlük (1) kalbim ege'de kaldı (1) kelimeler (1) kendime not (1) kilyos (1) krema (1) kızarmış ekmek (1) lover you should've come over (1) martin luther king (1) mcdonalds (1) mid-term (1) müzik (1) oasis (1) olmayan adam (1) olric (1) oscar wilde (1) pasta (1) pastafaryan ne demek (1) patlıcanlı kabaklı makarna (1) pedofili (1) pedophile beards (1) psychology 101 (1) rapist glasses (1) sportsfest (1) star wars (1) steakhouse (1) sıçtın mavisi (1) texas (1) the ballad of reading gaol (1) the x files (1) to-do list (1) tutunamayanlar (1) usa (1) var olmak (1) velvet goldmine (1) video (1) webstats (1) yorum denetimi (1) yunanistan (1) yunus emre (1) çürük raporu (1) ödev (1) özgürlük (1) öğrenci evi (1)
 

Blog Template by YummyLolly.com - RSS icons by ComingUpForAir