28 Aralık 2010 Salı

Güzel Bir Blog


"Akıntı, boğaza yaşam getirir, boğazdan yaşam götürür. Aslında boğazda akan, sular değil yaşamın ta kendisidir. Yaşam hızla akar Boğaziçi'nde. İki denizin suları ve yaşamları kuşatır derinlere giden yolcuyu."
Marmara sularındaki deniz yaşamı üzerine güzel bir günce/blog sitesi keşfettim bugün. Eğer siz de, Nat. Geo. ve Discovery belgeselleriyle büyüdüyseniz, eminim Derin Takip bloguna da bayılacaksınız. Üstelik bu sefer fotoğraflar ve hikayeler dünyanın diğer ucundan değil, elimizi uzatsak dokunabileceğimiz Marmara Denizi'nden.

Not: Fotoğraf, Derin Takip blogundan alıntıdır.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Hep böyle hatırlayacağım seni. Omzunda başım. Gözlerim kapalı. Ne düşündüğümü bilmiyorum, ama sırf o anın anısıyla bile huzur doluyor içim. Mavi çiçek, senin var olduğunu bilmek bile mutlu ediyor beni. Bana verdiğin her şey için, en çok bir yılı aşkın süredir içimde dolup taşan yaşama aşkı için. Şimdi gitmiş olman, verdiklerini geri alamaz ki benden. Hâlâ yansıman duruyor gözlerimde ve dokunuşun ellerimde. Ben seni sevdim. Hani şimdi sen yoksun diye, kalbimi söküp atamam ki...

17 Aralık 2010 Cuma

Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere,
Otel odalarında...


Bu sessiz otel odasında ölmek istedim. Seninle ilk geldiğimiz günkü gibiydi her şey. Yerli yerinde. Duvarlar kirli sarı, perdeler aralık, karanlık. Baş ucumdaki lambadan süzülen ışık öyle az ki, kendini aydınlatmaya yetmiyor. Yerde hafifçe kirlenmiş bir halı. Nevresimde sigara yanıkları. Her şey olması gerektiği gibi. Her şey senin parmak izlerini taşıyor. 

Ama artık sen kokmuyor. Sen gideli çok olmuş.

Yine de eşyanın hafızası, insan hafızası kadar kısa değil. Dokunduğun her şey senin sıcaklığını taşıyor. Bıraktığın izler duruyor öylece. Senin dokunuşun, asla terk etmemek üzere, titriyor eşyadan eşyaya. Evrene yayılıyor. İnsan hafızası, kısacık ömrüyle ve vefasızlığıyla unutsa bile seni, eşyada dokunuşun sonsuza dek yankı buluyor. Baktığın aynada saklı hâlâ güzel yüzünün izi. Teninin değdiği her parça kumaş, belki artık sen gibi kokmuyor, ama hatırlıyor senin hain dokunuşunu. Seni unutmuyor, hatırlıyor. Bir parmak izi gibi eşsiz ve bir can gibi biricik o dokunuş, hafızasında.

Oysa insan, her daim daha vefasız olmuştur eşyadan. İnsan vefasızdır, çünkü insan özlemesini bilir. Peki ya eşya? Peki ya perdeler, saldalyeler, bu yatak, bu yastık seni özlemek nedir bilir mi? Kaç damla göz yaşı dökmüştür onlar gidenin ardından? Kaç uykusuz gece geçmiştir dönüşünü bekleyerek? Özlemeyi bilmeyen eşya için, vefa öyle ağır bir yük değil ki demirden bir haç gibi asılı dursun boynunda. Dibe çeksin incecik boyunlarını yavaş yavaş...

Bu odada ölmek istedim ben, çünkü biliyorum ki sen geri gelmeyeceksin. Çünkü ta içimdeki bu can, cananına kavuşmayacak bir daha. Öyleyse ne anlamı var vefanın, özlenen geri dönmeyecekse gittiği uzak şehirden? Ölmeyi diledim, çünkü eşya gibi sessiz, hareketsiz, senin vefa borçlun olmak, özlem ve hasret içinde gün be gün eriyip bitmekten daha kıymetlidir. Vefasız kalbimin seni dalga dalga eritip başka kıyılara kum gibi dağıtması, senin güzel anına ihanettir. Hapsolduğum bu beden, pek çok kereler ihanet etmiş de olsa sevdiğine, sen benim sevdiğim değildin ki! Sen, ruhumun kayıp yarısı, sen kaybettiğim bir kol, bir bacak, sen bedenimin sol yanı, senin anına ihanet etmek şu canıma sürgün yeri.

Odanın karanlığı kaplıyor gözlerimi. Artık görmüyorum, duymuyorum, hissetmiyorum. Ben sana verdim dilimi, dudağımı, tenimi. Ne ses, ne seda, ne bir dokunuş kaldı geri. Şimdi sen gitmişken ve sen geri gelmemecesine gitmişken şehrimden, yollar geçiyor üzerimden, insan ayakları altında eziliyorum. Ciğerimdeki nefes, nefes değil, ölüm kokusu. Gökyüzü üzerime kapanıyor, toprak çekiliyor bastığım yerden. Dokunduğum güller soluyor, aynalar küs gölgeme bile. Çekip gitmek kolay, gitmek acısız. Ama senin hayalin bağlıyor canımı ete. Seni görmek hayalinden gözümdeki bir damla fer.

Diyorum ya gitmek kolay, gitmek acısız. Gittiğin için kızmıyorum bile sana. Bu karanlık odada, senin tenine değen her parça eşya gibi, bekliyorum eşya olmayı. Belki o zaman, vefa borcumu canımla ödeyerek, senin dokunuşundaki sonsuzluğa ererim ve belki o zaman sen gitmezden evvelki yekpare yüreğimle geri dönerim sana bir ruh gibi. Ebediyen bedensiz, kimsesiz. Ama seni sevmenin bedeliyse ödeyeceğim, yaşadım ben seninle ve şimdi gidişim, sonların en güzeli.

10 Aralık 2010 Cuma

esx.. sxe.. xse...SEX!


İnsanın ülkeleri, milyonları yönetip de, kendi vücudunu yönetememesi ne garip değil mi? Her güçlüğe karşı koyup da, vücuduna karşı koyamaması?

Bu konuyla ilgili olarak Bill Clinton geliyor aklıma. Monica Lewisnky skandalını hepiniz hatırlarsınız. Hatta şimdi Viki'ye bakarken, Amerikan başkanının kırdığı başka cevizleri de gördüm.

Ama benim asıl merak ettiğim şey bu değil. Aklımda bir soru var.

21. yüzyılda hâlâ kendi bedenine tam anlamıyla hâkim olamayan insanın bu dürtüsü, acaba soyunu devam ettirme içgüdüsünden mi kaynaklanıyor? Yoksa zevk alma istediği, üreme isteğinin önüne geçmiş durumda mı? Yani, seks zevkli bir şey olduğu için mi yapıyoruz? Yoksa "Temel İçgüdü" filminin adından da anlaşılacağı gibi, tek hücreli canlılar için bile temel bir içgüdü olan soyunu devam ettirme isteği bizi seks yapmaya itiyor ve bu sürecin yan etkisi olarak zevk mi alıyoruz?

Günümüz insanının zevk arayışı, içgüdünün önüne geçmiş midir sizce?

9 Aralık 2010 Perşembe

Playing God


Diyelim ki benim bir dişi, bir erkek iki tane balığım var.
Ama bir gün bu balıklar bana karşı geliyor ve yasakladığım bir şeyi yapıyor.
Ben de onları cezaandırmaya karar veriyorum ve ceza olarak bunları rezil bir akvaryuma koyuyorum.

Bu balıklar yavruluyor ve akvaryumdaki balık sayısı git gide artıyor. Üstelik bu yeni yavruların, anne babalarının yediği haltlarla hiçbir alakası yok. Zaten o zaman daha dünyaya bile gelmemişler. Ama ben bu balıklara ders vermek istediğim için, yapmadığım işkence kalmıyor.

Mesela, yavru balıkların birinin kuyruğunu koparıyorum. Birkaç tanesini özürlü yapıyorum. Balıkların birkaçı siyah renkli, diğerleri turuncu renkli. Bu turuncu balıkların, siyah balıklardan nefret etmesini sağlıyorum ve onlar birbirini öldürürken olanara göz yumuyorum.

Balıklardan büyük olanlar, verdiğim tüm yemi kendileri yiyor. Yiyemeyecekleri kadar yem bile versem, küçük balıkların yemesine izin vermiyor ve onların açlıktan ölmesine neden oluyor.

Sonra balıkların birkaçı ölümcül bir hastalığa yakalanıyor ve diğer balıklarda bu hastalığın ilacı olduğu halde, can çekişen bu balıklara ilacı vermiyor.

Bazı balıklar diğerlerinden daha güçlü olduğu için zayıf balıkları hırpalıyor, sahip oldukları ne var ne yoksa el koyuyor. Ben, bunu durdurabilecek güçte olduğum halde hiçbir şey yapmıyorum. Erkek balıklar, dişi balıkları başka balıklarla yüzdükleri için öldürmeye başlıyor. Sesimi çıkarmıyorum.

Sonra aralarından birkaç balık seçip, onlara söylediklerimi diğer balıklara iletmelerini istiyorum. Gerekli gereksiz bir sürü kural koyup, bunlara uymayanın cayır cayıp yanacağını söylüyorum. Bu kuralların onların iyiliği için olduğunu söylüyorum. Her ne yapıyorsam, onlara bir ders vermek için yaptığımı söylüyorum, ama balıkların nedensiz yere birbirlerini öldürmesinden ne gibi bir ders çıkacacığını bir türlü açıklamıyorum.

Balıkların bazıları beni çok sevdiklerini, diğerlerininse benim dediklerimi yapmadıkları için hain olduğunu söylüyor. Diğer balıklarsa, asıl kendilerinin beni çok sevdiğini, beni sevdiğini iddia eder öbür balıkların hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylüyor ve benim adıma, birbirlerini öldürmeye başlıyorlar. Ben ki gücü her şeye yeten, makamı her şeyin üzerinde olan, buna karşı kılımı kıpırdatmıyorum...

Üstelik, elimde çok daha güzel, her şeyin mükemmel olduğu başka bir akvaryum daha var. Ama ben sırf bu balıklar dersini alsın diye onların acı çekişini izliyor, yalnızca bu sınavı geçebilenlerin o güzel akvaryumda yaşayabileceğini söylüyorum. Bu akvaryumu da, o diğer güzel akvaryum gibi mutlu bir yer yapma gücüne sahipken, sırf bu balıklar yola gelsin diye yapmıyor ve diğer akvaryumu bir koz olarak kullanıyorum.

Bu listeyi sayfalarca uzatabilirim, ama asıl demek istediğim:

Ya bu balıklardan nefret ediyorum, çünkü tüm bu kargaşa ve acıyı durduracak kudrete sahipken, yapmıyorum.

Ya kötü bir insanım ve onların acısından zevk duyuyorum.

Ya da ben yokum...

Tercih sizin.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Meme kanseri, pedofili, AIDS


Nevada Üniversitesi'nde yapılan bir araştırmaya göre, birkaç ay önce Facebook üzerinden yürütülen meme kanserine duyarlılığı arttırmak için statüye sütyen rengi yazma kampanyasının ardından, meme kanseri tarih oldu. Deneklerin %98.7'sindeki kanser mucizevi bir şekilde yok olurken, geri kalan %1.3'lük kısmın Facebook hesabı olmadığı için ne yazık ki bu tedaviye cevap vermediği ortaya çıktı.

Aynı üniversitede halen devam etmekte olan pedofili (bebe sevicilik, ama bildiğiniz gibi değil) araştırmasına göre, profil resimlerine çocukluğumuzun çizgi film karakterlerinin resimlerini koyan milyonlarca Facebook kullanıcısı sayesinde, dünya genelinde pedofili vakalarında %83'lük bir düşüş gözlendi. Bu gelişmenin ardından 5 Posta aldı sitenin sahibi Fenasi Kerim, kendini budizme adadı ve Tibet'te bir manastıra yerleşti.

Facebook adlı paylaşım sitesinin tıp alanında bu denli dramatik bir başarıya imza atması, çağımızın vebası AIDS ile mücadelede yeni bir umut ışığı yaktı. Binlerce düşünür ve bilim insanı bir araya gelerek, AIDS'e karşı yürütülen kolektif savaşım için post-modern bir tedavi arama yoluna gitti. WHO yetkililerinin New York saatiyle dün akşam 8 sularında yaptığı açıklamaya göre, Facebook kullanıcıları götlerinin resimlerini çekerek profil fotoğrafı olarak kullanırlarsa AIDS hastalığı 3 yıl içerisinde dünya üzerinden tamamen silinecek.

Bilindiği üzere, HIV cinsel yolla ve kan yoluyla bulaşan ölümcül bir virüstür. Aktif olarak Facebook kullanan milyonlarca insanın aynı anda götlerini afişe etmeleri halinde, dünya genelinde sevişen insan sayısının hızla azalacağı, en güvenli seks şekli olan mastürbasyonunsa git gide seksin yerini alacağı tahmin edilmekte. Eldeki verilere bakılarak, çağın vebası AIDS'in birkaç yıl içerisinde tarihin tozlu sayfaları arasında yerini alacağı açıkça görülmektedir.

Sevgili bloggerlar, siz de bu gidişe bir dur deyin. Facebook profilinize götünüzün resmini koyun.

Pastafaryan, Uçan Spaghetti Krallığı'ndan bildirdi.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Yiğidim, aslanım...



Nazım Hikmet için yazılan bu şarkıyı, nedense hep Atatürk ile özdeşleştirmişimdir... Zülfü Livaneli'nin güzel sesine ve yüreğine sağlık.

3 Aralık 2010 Cuma

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace

13 Kasım 2010 Cumartesi

Ateizm Çığırtkanlığı


Gerek yoktur.

İslam hegemonyasından kendini azat edememil bir ülkenin bireyleri olarak, bazılarımız dinsizliği fazla abartıyoruz. Sanki kendilere (na)kutsal bir görev verilmiş gibi, Facebook'tan video paylaşarak, sağda solda çok gülünç argümanlarla ateizmi savunarak, her zaman ve mekanda "Ben ateistim." diye ilan ederek, "kısmet, inşallah" gibi dil ile bütünleşmiş, artık Allah'la bir alakası kalmamış sözleri bile kullanmaktan kaçınarak kendilerini müthiş modern, übermensch zannediyorlar.

Böyle analarına küfredilmiş gibi ateizm propagandası yapan insanları anlayamıyorum. Daha doğrusu, onları anlıyorum, ama onların İslam propagandası ya da misyonerlik yapanlardan ne farkı olduğunu anlayamıyorum. Zaten dini sevmemek, genelde bu şekilde din propagandası ya da dini baskı yapanları sevmemekten ileri gelir. Dine inanmamaktan değil, dini sevmemekten bahsediyorum şu an.

Ateizm Fenerbahçe ya da Galatasaray değildir. Ateizm yumurtayı ya da tavuğu bağlamaz. Ateizm kendini modern, kuul gösterme aracı değil. Ateist adama kızlar teklif ediyormuş, gibi bir olay henüz meydana gelmemiştir. Ateizm IQ'nuzu arttırmaz. Ateizm kolestrole iyi gelmez, aganigi naganigisi de yoktur. Ateizm goygoyculukla bağdaşmaz.

Ateizm sözde değil, icraattadır. Sana benzemeyen insanların düşünme özgürlüğünün içine tükürüp de, ben özgürlükçüyüm, ben eşitlikçiyim, ben özgürlükleri kısıtlayan her şeyin karşısındayım, diye gelme bana.

Din, bence de, mantıkdışı bir olgu. Ama kimin mantığının dışında? Benim mantığımın dışında. Fakat dine inanan, onu hayatlarının merkezlerine koyan milyonlarca insan var. Ben bu insanları eleştirebilirim, ama onlara "vay gerizekalılar, amma beyinsinsiniz ya, lanet olsun dincilere mallar" şeklinde bir argümanla yaklaşamam, yaklaşmamalıyım. Gerek din konusunda, gerek her türlü düşünce ve inanç konusunda saygı bekleyen ey insanlar... Bulmak istediğiniz gibi bırakın!

6 Kasım 2010 Cumartesi

    Sen, mâvi çicek
    Sen, vâr olmayan
    Çırılçıplak, cisimsiz
    Kundakta bebek gibi
    Geldim semâlarına

    Ne sözler bulayım, ne diyeyim sana
    Hangi dil konuşulur cennet krallığında?

    Allâh varsa eğer, acımın îmânı
    Sen yoksun
    Sen varsan, fevkalâdem,
    Allâh yok

    Sen, denizin oğlu
    Tuzlu teninin her lokmasında
    Bir melek ölüyor hasetinden

    Sen, mâvi çiçek
    Sen, vâr olmayan
    Acımın îmânı,
    Fevkalâdem
    
    Âmâ olur senin nûrunda
    Yaratık ile yaradan...

Her şeyi bırakıp gitmek...


İçin öyle çok sebebim var ki...

Ama eskiden, ben küçükken, hep kötü sebeplerdi bunlar. Sevmiyordum bu dünyayı. Sevmiyordum kendimi. Acı veriyordu aşık olmak. Hatta aşkla acıyı öyle özdeşleştirmiştim ki... Hep imkansız olmalıydı aşk. Hep reddedilmeliydim, aşk acısıyla yanmalıydım. Yaşam ateşim, ilhamım bu aşkın acısından ileri gelirdi.

Sonra... Önce kendimden uzaklaştım. Aşkı bıraktım. Ya da o beni bıraktı. Yine de nihayetinde, aşka yer yoktu artık hayatımda. Tüm acı ve ıstırabıyla çekip gitmişti bu his hayatımdan ve artık, mutluydum. Aşk yoktu, acı yoktu, gözyaşı yoktu. Sevmeyi öğrendiğim gibi, sevmemeyi öğrendim. Seksle aşkın yollarının her zaman kesişmediğini öğrendim. Hatta aşk diye bir şeyin olmadığını öğrendim.

Sadece acı vardı. Aşk zaten, hiç olmamıştı.

Hayatımın bir dönemi ya da yürümem gereken çetrefilli yollardan biriydi bu. Belki de kendimi bir nebze olsun tanımak için, önce kendimden uzaklaşmam gerekti. Kendimden, yaşadığım küçük dünyadan uzaklaştım. Kimsenin beni tanımadığı bir yere gittim. Ve kimsenin sizi tanımadığı bir yerde olmanın en güzel yanı ne, biliyor musunuz? Yabancılık çekmiyorsunuz sizi tanımayan insanlar arasında. Zaten kim tanıyabilmiş ki kendini? Ya da başkasını?

Sonra sana geldim.

Başka türlü aşk doğru hayatıma. Hatta ona aşk demek, hakaret olur. Acı ile aşkı birbirinden ayıramayan ben, daha önceleri aşık olduğum zamanlara baktığımda kendime acıyorum. Bu aşk değil, bu acı değil. Başka bir şey. Bir çeşit sevgi, ama ne çeşit? Bir eforya, pür neş'e... Üzerinden bal gibi mutluluk damlayan bir coşku hali. Bir ateistin Allah'ı bulması. Başka bir yaşamak bu.

Şimdi yine bir her şeyi bırakıp gitmek arzusu doğuyor içimde. Ama bu sefer daha güzel bir yere, daha kutsal bir yere, yüreğimin attığı yere gitmek arzusu. Her şeyi bırakıp gitmekten ziyade, hiçbir şey olduğum bu yerden her şeyin ta kendisine, eşyanın, var olmanın özüne gitmek istiyor ruhum. Eskiden kulak verdiğim bedenim yok oldu, sesi soluğu çıkmıyor. Toza toprağa karıştı bu beden. Ben, baştan aşağı rûhum artık. Özümü buldum. Eşyanın tabiatı, bana tesir etmez artık. Varlıktan öte bir varoluş hapsetti beni. Seviyorum.

"Sana bakmak Allah'a inanmaktır." diyen Erdoğan'ın o güzel ağzını öpeyim.

5 Kasım 2010 Cuma

Neş'e


Sana dair her şey,
Olmak arzu ettiğim gibi
Hürriyet senin özünden ileri
Mut aksediyor içinde dışında
Bundan kelli kanaat edemem aza

Rûhundaki tüm huzur ve neş'eyi ver bana

Sana dair her şey, gıptamı kedere salar
Güzel rûhun nefret nedir bilir mi?
Öyle kolay ki sevmek seni
Melâike izliyor cennetten seni

4 Kasım 2010 Perşembe

aşk...


Bir erkeğin yanında kendim gibi olabilmeyi özlemişim.
Son perdeden gülmeyi...
Bağırarak konuşmayı...
Edepsiz şakalar yapmayı...
Annemden bahsetmeyi...
Doyasıya sigara içmeyi...
Dumanını yüzüne üflemeyi...
Kedileri beslerken alay edilmeyi...
Onun gözlerine bakarken içimdeki sıcacık duyguyu...
El ele tutuşmanın güzelliğini...
Yolda yürürken popişini mıncıklayıp, onu delirtmeyi...
Bilmediğim bir dili çat pat konuşmaya çalışmayı...
Başka bir dilde "Seni seviyorum." demeyi...
Aynı yatakta uyumayı...
Üşüyünce yanına sokulmayı...
Buz gibi ayaklarımı ayaklarıyla ısıtmayı...
Sultanahmet ve Aya Sofya'ya karşı, soğuk ama güneşli bir pazar sabahında kahvaltı yapmayı...
İstanbul'un kömürlü havasını içime çekerek;

"YAŞIYORUM!" diye haykırmayı...

29 Ekim 2010 Cuma

AYAK


“Buraya nasıl geldim bilmiyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Etrafımda olup bitenin farkında değilim. Gözümün gördüğü tek bir şey var. Tek bir şeye odaklanabiliyorum: Önümde koşar adım ilerleyen ayaklar. Gözlerimi onlardan alamıyorum. Bir dilenciye ait olsa gerek bu ayaklar... Ya da bir evsize... Çıplaklar. Pisler. Tırnak araları pislik dolu. Güneşten yanmış, kavrulmuş bir çift ayak. Sahibi yok. Onlar önümde hızla ilerledikçe, ben takip ediyorum. Kocaman adımlar atıyorlar, kaçarcasına. Ama ben onları takip ediyorum. Büyülenmiş gibiyim sanki. Başka-bir şey-göremiyorum.

Ah, nefes almak öyle zor ki! Bir kapana kısılmış gibiyim. Bir yandan kendi ayaklarıma ilişiyor gözüm. Sanki Kül Kedisi’nin camdan ayakkabılarını giymiş gibi, kendi ayaklarımı görüyorum ayakkabılarımın içerisinde. Ama umurumda değil. Tek bir şey var aklımda. Tek bir şey düşünebiliyorum şu an. Peşleri sıra ilerlediğim kirli ayaklar. Nereye gidiyorlar? Bilmiyorum. Ama takip etmekten kendimi alamıyorum. Sanki bir şey arar gibi, bir şeyi kovalar gibi. Nereye gidiyorum?

Vücudum git gide ağırlaşıyor. Akşam çöküyor -nerede olduğunu bilmediğim- bu yere. Önümdeki ayaklar, tüm pislikleriyle benden kaçıyor. Bedenimin her yerinde bir acı duyumsuyorum. Birden çok yorgun olduğumu fark ediyorum. Bir köşeye çökmem lazım. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ben yoruldukça, önümdeki bu pis, güneşten yanmış ayaklar daha da hızlanıyor. Üzerlerindeki kara kara çatlaklarla bu ayaklar, benden kaçıyor. Artık nereye gittiğimi biliyorum. Onlar nereye gidiyorsa, ben de oraya gidiyorum. Bir tarla işçisinin hoyrat eli gibi, boğumları pislik dolu bu ayaklar nemli toprağa batıp çıktıkça midem bulanıyor.

Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ters giden bir şeyler var, biliyorum. Nereden geldim bu Tanrının unuttuğu yere? Ayak bileklerim ağrıyor yürümekten. Ama şimdi duramam, durmamalıyım. Uzakta bir yerde, güneşin battığını görüyorum sanki. Gölgeler uzuyor ben bu bir çift ayağın peşi sıra ilerledikçe. Nefes alamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Çok yorgunum. Artık yürüyemiyorum. Nereden geldiğini bilmediğim sesler duyuyorum. Yere çöküyorum. Ayaklar uzaklaşıyor. Toprakta bıraktıkları izleri görüyorum ve çamurlu tabanlarını. Artık... Konuşamıyorum... Ah...”

“Sanırım rüya görüyor.”
Boynuna taktığı stetoskopla oynayan başhekime baktım, gözlerini kaçırdı.
“Hayır, uyanıyor.”
“Verdiğimiz sakinleştiricilerin etkisi bu kadar kısa sürede geçemez. Rüya görüyor.”
Başhekim, biraz alaycı bir tonla: “Demek rüya görüyor... Belki de rüyasında koştuğunu görüyordur, ne dersin?”
Gülümsediğini fark ettim. Ortada komik bir şey varmış gibi... En çok bu umursamazlığından nefret ediyordum işte.
“Bunun komik olması mı gerekiyordu?”
“Tam aksine. Trajikomik.”
“Bazı insanların -sizin aksinize- bir kalbi var, biliyorsunuz değil mi?”
“Benim de ayaklarım var, ama bununla böbürlenmiyorum.”
Cevap vermek gelmedi içimden. Başhekim devam etti: “Hem nihayetinde, ayaklarını kesen ben değildim.”
“Kadın kaza geçirmiş. Ya ne yapsaydım? Kangren yayıldığında, bacaklarını kalçadan itibaren kesecektik. Sizce bu daha mı iyi olacaktı?”
İlk defa, söylediğim bir şeyin başhekim üzerinde tesiri olduğunu gördüm. Düşünüyor, bir yandan da stetoskobuyla oyalanmaya devam ediyordu.
“Pek çok insan... Hayatları boyunca yürüyememektense, ölmeyi tercih ederdi.”
Daha fazla dayanamadım, iyice sinirlenmiştim: “PEK ÇOK İNSAN-”
“Sessiz ol, bizi duyuyor.”
Birkaç perde aşağıdan devam ettim, paranoyak bir yankı vardı sesimde: “Pek çok insan, ölmektense, ömürlerinin geri kalanında sakat olmayı tercih ederdi.”
“Uyandığı zaman, bunu ona da söylersin.”

Tam bu sırada, yatakta hareketsiz yatan hastanın boğazından bir inilti yükseldi. İkimiz de aynı anda dönüp, ona baktık. Titreyen elini, ağır aksak ağzındaki hortuma götürdü. Başhekim haklıydı, uyanıyordu.
“Deniz Hanım, Deniz Hanım! Beni duyabiliyor musunuz?”
Sesimle irkilen hasta, gözlerini hafifçe araladı. Gözbebekleri, haddinden fazla aydınlatılmış hastane odasının ışıltısıyla kısıldı. Gözlerinin içine baktım, beni duyup duymadığını anlamaya çalıştım.
“Deniz Hanım, şu an hastanedesiniz. Dün akşam saatlerinde kaza geçirdiniz. Gelir gelmez sizi ameliyata aldık. Sağlık durumunuz gayet iyi.”

Yalan söyledim. Sağlığı, iyi olmaktan alabildiğine uzaktı. Hayatı boyunca herhangi bir destek olmadan yürüyemeyecekti. Gerçi muhtemelen beni duymadı bile. Boynunu doğrultup, yarı açık gözleriyle, yatağının diğer ucuna, yani ayaklarının olması gereken yere baktı. Kendini yatağa geri bıraktı. Hâlâ anestezinin etkisi altındaydı. Hiçbir tepki vermiyordu.

Başhekime baktım. Yine aynı alaycı gülümseme vardı yüzünde. Önce hastaya, sonra bana, ardından kendi ayaklarına baktı. “Heyhat!” dediğini duyar gibi oldum. Ve o, arkasını dönüp giderken, belki de bininci kez, kendime küfrettim içimden.

24 Ekim 2010 Pazar

Hamster yemi böceklendi???


Webstats'tan bloguma gelen gidenlere bakıyordum. Bir de ne göreyim? "Hamster yemi böceklendi." diye aratan bir arkadaş gelmiş bloguma. Çok ilginç...

Tekrar geleceğini sanmıyorum, ama yine de aklınızda bulunsun. Yem böceklendiğinde, derince bir kaba boşaltıp üzerine su basıyoruz. Bütün böcekler suyun üzerine çıktığında suyu döküp, yemi iyice süzüp, kızgın fırına atıyoruz. Bu sayede yem biraz kuruyacaktır. Ardından yemi küçük parçalara ayırıp, poşetleyip, buzluğa atıyoruz. Kullanacağımız kadarını çıkarıp, çözdürüp, kullanıyoruz.

Ama ben derim ki, hiç kasmayın. Zaten çok pahalı bir şey değil. Gidip yenisini alın. Hem hayvancağız rahat etsin, hem siz böceğin bokuyla püsürüyle uğraşmayın. Tamam mı, bebişlerim? Yanaktan makas alırım.

8 Ekim 2010 Cuma

Burası New York Amerika...


Amerika ne yaptı bana? Düşünmeye sevk etti, kendime başka bir pencereden bakmamı sağladı. Neleri yanlış yaptığımızı gördüm, nerede olduğumuzu gördüm, neden orada olduğumuzu gördüm.

Salak derler Amerikalılara, evet, öyleler. Biz nispeten zekiyiz, neden? Her şeyin önceden düşünüldüğü ve planladığı bir sistemde, insanların zekaya ihtiyacı yok. Zekayı tanrı vergisi görmek bir hata, işin çevresel, kültürel yönleri var. İhtiyaçtan doğan bir özellik yani. Doğal seçilim: Salakların su içer gibi var olabildiği bir toplum ile salakların asla ve kat'a var olamayacağı, hayatta kalamayacağı bir toplum arasındaki fark.

Hazır bir sistem içerisinde var olmak nefes almak gibi, gayriihtiyari gerçekleşiyor, emeksiz ve ter dökmeden var oluyor insan. Yaşama dört elle sarılmaya, çalışmaya ve çabalamaya ihtiyaçları yok; ellerinin uzandığını alıyor Amerikalılar. Bu yüzden çok şaşırmıyorum artık komşu toprağındaki askerlere. Gücünün yettiğini aldığın, özgürlüğün başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde bitmediği bir toplumun insanları güvercin adımlarıyla zarar vermeksizin değil, tank misali ezip geçiyor.

Para için, emek yok. Ekmek için, emek yok. Seks için, emek yok. Düşünmeye gerek yok. Başka bir gezegenden dünyaya düşmüş yolcular gibi -nereye geldiğini ve bu yeni geldiği yerdekileri önemsemeden- yağmalayan bir toplum var. Kim olduklarını bilmiyorlar, tarihi, coğrafyayı ve insan doğasını bilmiyorlar. Başka bir tür Amerikalılar. Dünya emekçileri eğer çalışan ve üreten yürek işçileriyle, Amerikalılar predatör. Korku salan, yürüdüğü toprağı titreten, besin piramidinin tepesindeki o nihai üçgen.

İnsanca korkuları, zevkleri, hissiyatı olan küçük insanlarız biz. Kendi yağımızda kavruluyoruz. Hani bir orman gibi kardeşçesine, bir karınca kolonisi gibi uyum içerisinde yaşıyoruz; sadece farkında değiliz. Bu ülkedeki savaşım ve ayrımcılık iyi bir amaca hizmet ediyor aslında; ben ve benim gibilerden bahsediyorum şu an. Bu millet, milliyetten bağımsız ele alın lütfen sözlerimi, birlik içinde yaşayabilir, kemikleşmiş bir toplum haline gelebilir. Beraberlik mümkün ve gerekli, yalnızca biraz zamana ihtiyacımız var.

Aşk ile...

3 Ekim 2010 Pazar

Agamben'in A.G.'am ben...

24 Eylül 2010 Cuma

Kavgamızın şehri...


Geldim gene allahın cezası ve başımın belası bu şehre. Ne işim olduğunu bilmez bir halde hem de. En azından eskiden bir amaç vardı, bir aşk vardı, her şey yeni ve heyecanlıydı. Şimdi üçüncü senede, üçüncü kez ev ararken, üçüncü kez ders seçimi yaparken nefret ede ede, ayaklarım geri gide gide çıkıyorum şu lanet olasıca yokuşu. Aklımda bir Ney York hayali.

Dimitris demişti: "That's the worst part." diye. Bundan sonra gördüğün her şeyi, gittiğin her yeri NY'la kıyaslayacaksın. Ve hep bir kusur bulacaksın. Diyorum keşke bulacağım kusur bir olsa.

Kavgamızın şehri demiş ya Edip Akbayram... Zaten başka bi haltın şehri olmaz İstanbul'dan. Eski bir aşkın tozlarıyla kalbimde, buğulu bir camın ardından bakıyorum şimdi sana. Kendimi öldürmek istiyorum. Hayır, kendimi öldürmek istemiyorum. Ama yaşamak da istemiyorum. Olduğum yerde kalmak, bir milim hareket etmeden, bu küçücük odada unutulmuş bir kuru çicek gibi tozlanmak istiyorum. Bir köşeden seyrederek rengimin solmasını, yavaş yavaş yok olmak istiyorum. Ya da güneşte bırakılmış bir fotoğraf gibi, zamanla kaybolmak istiyorum geride belli belirsiz bir iz bırakarak. En sonunda o da kaybolacak...

Bu şehir bana iyi gelmiyor.

Ah İstanbul, uğruna ölen canlara değer misin? Yoksa sen misin aslında kana susayan? Ne istiyorsun benden? Artık düş yakamdan.

Nefes alamıyorum.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Beni bekleme kaptan... :)

Bu gece Teksas'ta -bir yatakta- gecirecegim son gece. Yarin sabah 5'te New York ucagina binip cok buyuk ihtimalle omrum boyu geri donmemecesine terk edecegim bu sehri (eyaleti!). İcimde heyecanla karisik bir korku var. Yarin aksam saat 10 itibariyle homeless'im. Homeless oldugum yetmezmis gibi bir de backpacker olacagim. Umarim annem bunu okumuyordur, yoksa yuregine inebilir!

Yarin geceyi Dallas havaalaninda gecirecegiz, New York'taki 7 gecemizi de JFK'de(hopefully!). 21 Eylulde ucaga biniyoruz, 22 Eylulde İstanbul'dayiz(finally!). Umarim NY sokaklarinda basimiza bir is gelmez de CSI: NY'a konu olmadan sag salim yurdumuza geri donebiliriz.

Ama dertsiz basimin derdi burada bitmiyor: Homeless yasantim Istanbul'da, kavgamizin sehrinde de, devam edecek. Sevgili ev arkadaslarimin evden ayrilmalari uzerine evi baska bir arkadasa veren ev sahibem sag olsun, su an ve bundan sonda Istanbul'da yatacak yerim yok. Var mi benle eve cikmak isteyen? Cok kiyak bi insanimdir, kendim diye soylemiyorum.

Istanbul, Istanbul... Bir kavusabilsem sana! Son arzum budur. Bilginize.

25 Ağustos 2010 Çarşamba

Back to the future

Selam bloggerlar :)
Dün almış bulunduğum ipod'umla internet dunyasına bomba gibi bir dönüş yaptım. Artık ben de facebook'ta kardesimin fotolarını paylasabilecegim, yorum yapabilecegim, inanmazsınız ama blog bile yazabileceğim. Hem gecenin geç bir saati oldugundan hem buradan yazmak zor geldiginden şimdilik yayına ara veriyorum, ama beni özleyin anacigim! Bayyy...

3 Ağustos 2010 Salı

Selam Türkiye


Güzel yurdumun güzel insanları :)

Amerika'ya geldiğimden beri ilk defa bloga yazıyorum. Biliyorum biraz ihmal ettim buraları. Ama şu an karnımın tok olmasından, yapacak işim ve konuşacak kimsem olmamasından istifade ederek bir şeyler karalayayım dedim. Aslında ne yazmam gerekir, hiç bilmiyorum. Hani size Texas'ı mı anlatsam, başımdan geçenleri mi anlatsam, ruh halimi mi anlatsam... Yoksa direk havadan sudan mı girsem?

Burası sıcak memleket. Kuzey enlemlerinin bayağı güneyinde seyrediyoruz. Hal böyleyken ortalığın gavur lokumu gibi yanması kaçınılmaz. Üstüne 8 saat açık havada çalışmak eklenince adamın ebesi zor anlar yaşıyor. İş desen ayrı bir can sıkıntısı. Saatte 8 dolar alıyor(teoride) olmamıza rağmen ev kirasıdır, yol parasıdır, kıyafettir, vergidir derken elimize haftalık 120-130$ kalması da cabası. Bu paranın yarısı da yemeye, içmeye gidiyor zaten.

Bilen biliyor, burada bilgisayarım yok. İnternete girmek için arkadaşların bilgisayarlarını ödünç (ç)almam gerekiyor. Zaten her gün deli gibi koşturup yorulmaktan internete falan giresi de gelmiyor insanın. Sağdan soldan bulduğum biralarla kafa çekebilirsem ne âlâ. Yoksa işten dönüp, yemek yiyip, yatıp uyuyorum.

Adamlar boş yer bulmuş pamuk işçisi gibi yayılmış koca kıtaya. Bu yüzden her yer birbirine çok uzak. Araban olmadan markete bile gidemiyorsun. Ne bileyim, velev ki evde süt yok, ekmek yok, bekleyeceksin alışveriş günü gelene kadar. Ya da her şeyi 3 katı fiyatla satan benzinciden alacaksın -bu pek işimize gelmeyen bir seçenek. Yaş tutmadığı için alkol de alamadığımızı düşünürsek...

Amerika'da yaşanmaz arkadaş. :) Ben İstanbul'u özledim. Taksim'i, boğaz manzarasını, IETT'yi, evimi, yatağımı, arkadaşlarımı, laptop'ımı, özgürlüğümü... Lanet gitsin, Etiler Starbucks'ı bile özledim. Onun bile tadı aynı değil burada.

Sizi seviyorum, beni unutmayın.

Aşk

8 Haziran 2010 Salı

Tadaaa! Şu an sizlere Boğaziçi Universitesi'nin bize sunduğu s.kko imkanlardan biri olan bilgisayarlarının yarısı bozuk bir PC lab'den sesleniyorum. Islağım.

Bildiğin lağım sıçanı gibi ıslandım yağmurda. Nasıl bir haziran, nasıl bir yazdır anlamadım. Yağmur, çamurdan yüzüm gözüm karardı yahu.

6 Haziran 2010 Pazar

Lemon Tree

 

I'm sitting here in the boring room
It's just another rainy Sunday afternoon
I'm wasting my time
I got nothing to do
I'm hanging around
I'm waiting for you
But nothing ever happens and I wonder

I'm driving around in my car
I'm driving too fast
I'm driving too far
I'd like to change my point of view
I feel so lonely
I'm waiting for you
But nothing ever happens and I wonder

I wonder how
I wonder why
Yesterday you told me 'bout the blue blue sky
And all that I can see is just a yellow lemon-tree
I'm turning my head up and down
I'm turning turning turning turning turning around
And all that I can see is just another lemon-tree

I'm sitting here
I miss the power
I'd like to go out taking a shower
But there's a heavy cloud inside my head
I feel so tired
Put myself into bed
Well, nothing ever happens and I wonder

Isolation is not good for me
Isolation I don't want to sit on the lemon-tree

I'm steppin' around in the desert of joy
Baby anyhow I'll get another toy
And everything will happen and you wonder

I wonder how
I wonder why
Yesterday you told me 'bout the blue blue sky
And all that I can see is just another lemon-tree
I'm turning my head up and down
I'm turning turning turning turning turning around
And all that I can see is just a yellow lemon-tree
And I wonder, wonder...

Keyifli Hatun

Ayna grubunu çocukluğumda çok severdim, büyüdükçe ideolojik anlaşmazlıklar yüzünden aramız bozuldu. :) Ama şu yağmurlu İstanbul gününde sigaramdan bir nefes çekerken aklıma takıldı Keyifli Hatun şarkısı. Açtım yutupta güzel bir versiyonu da yoktu. Bi tane canlı performans buldum, onu izledim.

Ama paylaşmıcam, ses kalitesi kötüydü. Onun yerine sözlerini yazayım:

Dün seni gördüm ya vapurda yüreğim oynadı yerinden
Elinde çay sigara, gözlerinde İstanbul, keyifli hatunsun bitanem
Unutulur derler inanma, başlar aynı sancı yeniden
Sen yine aynı sen hep aynı, keyifli hatunsun bitanem

Gel de bitsin fırtınalar, gel de bitsim korkularım
Kimsem olmadı inan senden başka
Çok yalnızım, yalnızım...
  

Yaşamaya Dair


İnsanın kendi hikayesini anlatması güzel olabilir. Korkunç olabilir. Bana soracak olarsanız, her koşulda acı vericidir.

Geçmiş öyle bir yer ki, ucuz bir otel gibi, kazara bir kez gitmişsinizdir, bir daha yanından geçmek istemezsiniz. Hatta öyle zamanlar gelir, ona dair her şeyi zihninizden silmek için yapmayacağınız yoktur.

Yine aynı geçmiş, size onlarca kitabın öğretemeyeceklerini bir günde, bir saatte, bir dakikada öğretebilir. Üstelik bunun için para da almaz. Bir laf vardır hani: “Hayat acımasız bir öğretmendir, önce sınav yapar, sonra ders verir.” diye. S.ktirsin oradan. Hayatın bir sınav olduğunu düşünenler ya da hayattan ders alınması gerektiğini düşünenler yalnızca kendini beğenmişlerdir.

To over-estimate one’s self may lead to such misinterpretations. Because as we all must have learnt by now, life does not act in accordance with our little selves. Life is a much greater concept which is over us. Let’s say, if life is an ocean we all are a single drop in it. Without us, the ocean would still exist and once we are gone, the ocean will still be there. The existence of the ocean makes us a drop embedded in it, but our existence does not make the ocean existent. Life is not a game, nor an exam. Life is the endless ocean we are born in and drown in.

Kendimize yüklediğimiz aşırı önem, hayatı etrafımızda dönen bir atlı karınca olarak algılamamıza neden olsa da, aslında hepimiz içten içe biliyoruz ki bu dünyadaki varlığımız dünyanın akışını etkilemekten uzak. Ama bu dünyanın bizdeki varlığı, zaten hayat dediğimiz şeyi meydana getiriyor. Bu aşamada bence hayatın kendisiyle, onun sınırsız dallarından birinde bize ayrılmış bir adet yaprağın, kısacık bir sürenin ayırdına varmak gerek.

Hayat bizden büyük, hayat bizden öte. Okyanustaki bir damla, çölde bir kum tanesi olan bedenlerimize biraz mukayyet olmak gerek.


Demiyorum ki, dünya bizden büyük, onunla başa çıkamayız. Aslında şimdiye kadar söylediklerimin beni getidiği tahmini noktanın tam aksine bir şey söylüyorum: Boşverin hayata. Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış. Siz yaşamaya bakın, bir daha gelmeyeceğiz bu dünyaya. Sevin, sevişin, mutluluğu arayın, geçici maddi çıkarların peşine düşmeyin. Para sizi satın alabilir, ama siz kendinizi satın alamazsınız.

Bir ev, bir sevgili istiyorum şu hayattan. Sonsuz bir aşk... Ne kadın erkek sevdası, ne araba sevdası:). Sonsuz bir yaşama sevdası versin bana hayat. Gerisi teferruat.

3 Haziran 2010 Perşembe

Kızım, s.ktir git ders çalış. PLS?

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Koegzist...


Perşembe günü 2. finalim var. İlki Fransızcaydı, malumunuz üzere sıçanzi. İkincisi de Lexis, öküz gibi ezber demek oluyor bu ve benim çarşambaya çevirim, cumaya ödev teslimi var. Üstelik perşembe-cuma-cumartesi şeklinde üçlü final kombosu var (c-c-c-combo breaker!). Ama bu haftayı atlatınca rahatlayacağım, ona seviniyorum. Haftaya da bir zor bir kek olmak üzere iki final olunca, içim rahatlıyor biraz. Hepsi birden çıksın da kurtulalım nihayetinde.

Bu kadar kendimden bahsetmek yeter, biraz da gündeme dönelim. Genelde politika yazdığım, politika konuştuğum, hatta politikadan anladığım söylenemez. Hakkında konuşabilmek için oldukça fazla okuma, bilgi ve genel kültür gerektiğini düşündüğüm tüm şeyler gibi, bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyorum. Tamam cahilim, ama anlamadığım konuda konuşacak kadar da cahil değilim hani. Hem hayatta daha güzel şeyler var, bir Nazım Hikmet'ten ziyade, bir Oscar Wilde'ım ben. Aşkın, acının, pisliğin, zevkin, sefahatın ve tembelliğin içine tavuk pane gibi bulanmış yatıyorum. Ekonomi, politika ve mühendislik: beni aşan şeyler bunlar:).

Bu kadar savsaklamanın ardından işin aslına geleyim: İsrail'in Filistin yardım konvoyuna saldırısı (sözüm ona müdahalesi). Herkes bir şekilde Facebook'tan tepki veriyor -ki bence biraz gereksiz bir olay, ama kendim FB üzerinden çok daha gereksiz işler yaptığım için buna bir şey demiyorum. Bir arkadaşın iletisi dikkatimi çekti, Hitler'den alıntı yapmış: "Bir gün öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz!" demiş. Gördüm, hass... oldum. İsrail'in Filistin'e karşı tutumunu destekleyen biri değilim, çünkü insanın insanı öldürmesini hiçbir şekilde haklı bulmuyorum ve bunu insanlık suçu işlemiş kişilerin -örneğin Apo'nun- idam edilmesi de dahil. Hiçbir kimsenin bir diğerini öldürmeye hakkı olmadığı gibi din, devlet, para, -izmler ya da başka herhangi bir şey insana bu hakkı veremez.

Peki İsrail'in bir Yahudi devleti olması ve Filistin'le çatışması ya da bu yardım konvoyuna saldırması, Hitler gibi on binlerce insanın canına keyfiyen kıymış ve bunu en aşağılık şekilde yapmış bir adamı haklı mı çıkarır? İsrail bütün Filistin halkını da katletse, hiçbir kuvvet bana Hitler'den alıntı yaptıramaz, Hitler adını saygıyla andıramaz. İsrail tüm Filistin'i katletse diyorum, bana kızabilirsiniz. Ben bunu Filistinliler Yahudilerden daha az insan olduğu için söylemiyorum, ama esir kamplarında can çekişen, gaz olarında katledilen, fırınlar da yakılan Yahudiler de Filistinlilerden daha az insan değildi.

Nefret insani bir duygu, hepimizin içinde biraz var. Önemli olan onu nereye yönlendireceğini bilmek ve ona göre hareket etmek. Sırf İsrail'in Filistin'e saldırıları yüzünden, geçtiğimiz yüzyılın ve dünya tarihinin en kanlı katilinin yazılarını dayamayalım birbirimizin burnuna. Yönetimde olanların, güç, para sahiplerinin, yeni dünya liderlerinin günahlarıyla halkları, milletleri, inançları ipe götürmeyelim. O kadar eminim ki İsrail halkında yönetime zehir zemberek saydıran kocaman bir kitle olduğuna. Hrant Dink suikastında hiçbirimizin mi içi yanmadı sanki? Evleri yağmalanan, kiliseleri yakılan, sokak ortasında taşlanan Rumlara hiçbirimiz mi üzülmedik? Neden şimdi tüm Yahudileri katledemedi diye Hitler'in lanetli adını anmalı? Yahudinin suçu değil Yahudi olmak, çünkü Yahudi olmak bir suç değil, tıpkı müslüman ya da ateist olmak gibi. Tıpkı İsrailli, Filistinli ya da Türk olmak gibi.

Bu gördüklerimiz... Savaş. Başka bir şey değil. Savaşın kirli yüzü ve zaten tek yüzü.

28 Mayıs 2010 Cuma

İlletler...


Geldi mi hepsi birden gelir hani. Bu sabah Fransızca finalim vardı, sıçtım batırdım. Zaten Sports Fest'ten beri it gibi hastayım. Öksüre öksüre bihal oluyorum, nefesim kesiliyor, mideme kramplar giriyor. Yetmezmiş gibi salıya yetişecek 4 sayfa çevirim, 7 sayfa da hikaye incelemem var. Final haftasından bahsetmiyorum bile...

Geçen sömestr bayağı paniklemiştim. Acemiliğime veriyorum. İnsan hayatında ilk defa final görünce, böyle bi "Hass... N'oldu lan şimdi?" moduna giriyor, ama ikincide alışılıyormuş demek ki. Üçüncü de kabullenme, dördüncü de siktir etme aşamalarından geçmeyi umuyorum.

Bu arada bilmeyenler, takip etmeyenler için söyleyeyim: Haziran 10 dedin mi, yolcudur Abbas bağlasan durmaz. Texas'a gidecek olmanın ayrı bir heyecanı var bünyede. Bi yandan da Dimitris'le uğraşmaktan ne sınav var gözümde, ne ödev, ne çeviri. Ben böyle güzelim falan filan:).

Yine de diyorum ki, ben blogu fazla boşlamayayım. Şu an yazarken bile bir mutluluk, bir hoşluk kapladı içimi. 15 dakikalık öksürük krizim bile kesildi. Bu akşam için aslında arkadaşa sözüm vardı, yemekli ev partisi gibi bir şey ayarlamıştık. Ödevden, hastalıktan kafamı kaldırıp gidecek gücü bulamadım kendimde. Siktiminin öksürüğü gene başladı zaten. Hadi o zaman, bana müsaade. Öpüldünüz. Yok öpmiyim, bulaşmasın. :S

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Till death do us part...


Düğün pastam...

Sports Fest bitti, Yunanlar gitti. Okul başladı. Finaller göte dayandı. Hasta oldum. Bir sürü ödevim var. Dimitris'le kavga ettim. Öksürmekten uyuyamıyorum. Cuma günü fransızca finalim var ve ben hiçbir şey bilmiyorum. 2 hafta sonra Teksas'a gidiyorum. Korkuyorum. Çok para harcadım, çulsuzum. Bıktım bıktım bıktım bıktım...

18 Mayıs 2010 Salı

Ne me quitte pas...

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Pastafaryan hakkında bilinmeyen gerçekler:

  • Bilgisayarımın adının Dimitris olduğunu,
  • İki kaplumbağam, bir hamsterım olduğunu,
  • Çocukken karanlıktan korktuğum için annem banyodayken kapının önünde yattığımı,
  • Bazı geceler sırf korkudan sabahladığımı,
  • İlkoğretimi 6 ayrı okulda okuduğumu,
  • Bamyayı çok sevdiğimi,
  • Margarin yemediğimi,
  • Kendi kendime konuştuğumu,
  • Kedilere tekme attığımı,
  • Eşcinsel erkekleri seksi bulduğumu,
  • Kendi çapımda Yunanca öğrenmeye çalıştığımı,
  • Uykuya dalmak için National Geo. belgeselleri izlediğimi,
  • Eğer ateist olmasaydım Hristiyan olmak istediğimi,
  • Yine de ezan sesini çok etkileyici bulduğumu,
  • Her baharda aşık olduğumu 
                                                                       biliyor muydunuz?

Hacılar ödev yapıyorum

Sabahın/gecenin bu saatinde deli s.kmiş gibi bir göt tutuşması haline eşlik eden yumurtanın kapıya dayanması hissi sağ olsun, bütün hikayeleri okudum. Yazmaya başladım. Üç cümle falan da yazdım hatta. Bence iyi gidiyorum. Bi de çay olsa aslında süper olurdu şu an.

16 Mayıs 2010 Pazar

Gördüğüm en seksi resimlerden biri... Wışş

Çok alakasız bir paylaşım olacak ama, ta bilmem kaç ay önce bir resim görmüştüm. Görünce bi hobarey çektim zaten kendi kendime, sonra da hemencecik kaydettim. Naçizane blogum aracılığıyla, bu seksi resmi paylaşarak hepinizin nasiplenmesini istedim.

Ve işte o resim:



Wışşş

Yunanlar geliyooo! :O


Güzide okulumun SportsFest etkinliği çerçevesinde Yunan Erkek Basketbol takımına guide oldum. Güzel yurdumuzu tanıtacağım, adamları ortama sokacağım falan. Ama her şey o kadar tesadüfi oldu ki!

Ben guide başvuruları başlasın diye beklerken, bi baktım başvurular bitmiş bile. Sonra Umut diye çok şukela bir arkadaş var, kendisi headguide, ona gittim, anlattım, böyleyken böyle dedim. Bu bir sonraki Spor Kurulu toplantısında aradı beni. Üstelik çocukta numaram yoktu, arkadaştan bulmuş. Gittim hemen, adımı yazdırdım. Hatta gitmişken Mehtap ve Uğur'un da adını yazdım, onlar da nasiplendi.

Sonracığıma sordum kuruldakilere Yunan takımı var mı deyü. Yok dediler. Benim de süngüm düştü, hıkmık ettim, headguide'ımın altına Alman takımına yazıldım. Birkaç gün sonra gelecek takımlar açıklandı, Face'ten göndermişler. Bi de ne göreyim: University of Athens. Atladım tabi hemen, mesaj gönderdim kurula. O da yetmedi, okul hesabından e-mail attım. Yalanımı sevsinler: Yunanca öğreniyorum dedim. Hani o kadar yalan değil, öğreniyorum az çok ama daha çok az...

Neyse efen'im, benim gitmediğim bi toplantıda takımlar açıklanmış. Bendenize düşen Yunan Erkek Basketbol! Gözlerim pörtledi, kalbim güp güp etti. Tüm bu emekler boşa gitmemişti. :D Mehtap'a Alman Kız Voleybol gelmiş, ama yavrum Uğur'a düşe düşe Romanya Erkek Futbol düştü! SportsFest tarihinin en abaza takımı! Hah!

Sonuç olarak diyeceğim şudur ki: Açılın 12 ada, ben geliyorum!!!

Yeni tema nasıl olmuş?
Daha sakin, oturaklı geldi bana.

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Protect me from what I want,
     protect me
           protect me...

Dear Mr. President, were you a lonely boy?


Şu dünyada katılamadığım bir şey var, feministler ve kendini feminist addedenlerin bir türlü kabul etmeyeceği bir şey: Kadınlar kariyer peşinde koşmamalı. Ben derim ki 19. ve 20. yüzyılda boşanma vakalarının, çocuk intiharlarının ve depresyonun bir sebebi de çalışan annelerdir.

Kavgasız, gürültüsüz, analarının dizi dibinde büyüyen çocuklar işin mutfağını pek bilmediklerinden bana katılmamakta haklılar; ama ben çalışan bir annenin yanında babasız büyümüş bir genç olarak bu olayın yakın bir tanığıyım. Evde sürekli yalnız olmanın, ayda ya da yılda bir değişen bakıcılar yüzünden aile bireyleri ya da arkadaşlarla güvene dayalı ilişkiler kuramamanın, alkol ve sigarayla orta okul sıralarında tanışmanın nasıl bir şey olduğunu iyi biliyorum.

Bir ailenin sağlıklı yürümesi için hem erkek hem kadın tarafından yapılması gereken bazı fedakarlıklar vardır. Örneğin erkek kendini geçindirebileceği kadar düşük maaşlı, kolay yollu bir işte çalışmak varken sırf ailesine bakmak adına eşekler gibi çalışıyor eve yorgun argın dönüyorsa, gece hayatından, dost alemlerinden, serserilikten fedakarlık edip bir yuva kurmaya kadar veriyorsa... Kadının da yapması gereken bazı fedakarlıklar vardır. Örneğin kariyer ve çok para peşinden koşmamalıdır kadın. Demiyorum ki kadınlar çalışmasın, kös kös evde otursun, pilav yapsın, çocuk baksın.

Kadının çok zamanını ve enerjisini almayacak bir işi olabilir, ama bunun yanı sıra evine ve çocuklarına ayıracak zaman ve imkanı da kalmalı. Sabah dokuz akşam beş çalışan bir kadının, gerçekten ailesine zaman ayırabildiğini söyleyebilir miyiz? Akşam 6’da eve gelecek bu kadın evine mi baksın, çocuğuna mı baksın, yemek mi yapsın, çamaşır mı atsın? Luis Lane’den değil, sıradan bir insan evladından bahsediyoruz burada. Peki o zaman bu işi erkek mi yapmalı? Çizdiğimiz aile tablosunda erkek de aynı düzeyde ya da daha çok fiziksel kuvvet isteyen bir işte çalışmakta zaten, yani kadın da erkek de aynı koşullara tâbi.

O zaman eve kim bakacak? Çocuklarla kim oynayacak? Ödevlerine kim yardımcı olacak? Bütün evde yalnız kalırken, 5. Sınıfta yemek pişirmeyi, temizlik yapmayı öğrenirlerken ücretli bir bakıcı mı verecek onlara ihtiyaç duydukları sevgi ve ilgiyi? Ya da erkek evini geçindirmek için bütün gün çalışırken, eve döndüğünce bir kap sıcak yemek bulamayacak mı? Kadın, iş yerinde yaşadığı stres ve yorgunluğun ardından eve geldiğin de kocasını mı beslemekle uğraşacak? Peki iki eş birlikte yapsalar bu işleri, gece yatağa gittiklerinde nasıl sevişecekler? Birbirlerinin yüzüne bakacak gücü bile bulabilecekler mi kapitalizmin çiğnediği vücutlarında? Üstelik seksin ve birlikte geçirilen zamanın evliliğin bekası açısından ne denli önemli olduğundan bahsetmeye gerek bile yok.

Ben ne diyorum o zaman? Kadın tüm zamanını almayacak küçük bir işte çalışmalı ya da evden yapabileceği bir işi olmalı. Çocuklar kesinlikle aile büyükleri, akrabalar ya da maaşlı bakıcılar tarafından bakılmamalı. Erkek eve geldiğinde sıcak bir yemek, mutlu bir kadın, yanakları al al çocuklar bulmalı. Böylece günün yorgunluğunu üzerinden atıp çocuklarına zaman ayırabilmedi. Kadın gündüz iş yerinde, akşam evde amelelik yapmamalı; ama ev ekonomisine katkıda bulunduğu için bunun ezikliğini de taşımamalı. Çocuklar gün boyu annelerinden, akşamları babalarından ilgi görmeli. Çiftler yatağa asık bir suratla, yorulmuş, bitkin bedenlerle girmemeli.

Böyle bir bir yazınca ne de mutlu bir aile tablosu gibi görünüyor, değil mi? Öyle güzel ki, neredeyse ben bile inanacağım. Ekonomik kriz, işsizlik, vahşi kapitalizm, bir somun ekmek için birbirini boğazlayan canlar olmasaydı eğer, her şey tıkırında ilerleri işte. Bu denli mutlu aileler bir elin parmaklarıyla sınırlı kalmazdı. Kadınlar çalışmak zorunda olmazdı, erkekler yarın kilo alabilmek için kıçından ter akıtmazdı. Çocuklar sırf üç kuruşluk bir işe girmek için en güzel yıllarını sınavlarla, testlerle heba etmezdi. Bu kadar aile dağılmaz, bu kadar çocuk toprağa verilmezdi belki. Ama belkiler buradan kapıya kadar bile götürmüyor insanı. Herkese iyi geceler. Bugünlük benden bu kadar.

13 Mayıs 2010 Perşembe

Take me home, take me anywhere...


Güzel hayallerim var. Henüz kirlenmemiş olanlar. Ama diyemem ki onlara hiç kapitalizm, pragmatizm, egoizm bulaşmamış! 15'imde bıraktım sanırım sadece sevmek içi sevmeyi. Nasıl ki sanat sanat içindir diyemezsem, sevmek de sevmek içindir diyemiyorum artık. Bu yazı mesela, ne için yazıyorum? Neden uğraşıyorum kendimle, didik didik ediyorum kendimi? Çünkü insan beynini rahatlatan şeydir bu. Kırışık çarşafları ütüler gibi düşünceleri bir bir katmanlarına ayırarak ortaya sermek ve toprak işçileri gibi emekle, kirli ellerle, terli bir alınla çalışmak üstlerinde... Daha verimli hale getiriyorum zihnimi, daha iyi anlıyorum aslında bi s.kim anlamadığımı kendimden.

Hayaller diyordum. Güzel hayaller, içlerinde aşk ve mahremiyet olanlardan. Güzel bir ev, çocuklar bile var bazen -ama çocuklu hayallerimin sonunda hep kendimi evden kaçarken buluyorum. Hazır değilim henüz ölmeye.

İnsanın güzelliğe kanması ne denli kolay! Güzel şey görünce, güzel hayale dalınca, güzel bir insana bakınca, çiçek açmış bir ağacın altında mavi gökleri seyrederken ne de güzel kandırıyor kendini düşlerin gerçek olduğuna. O saf, vıcık beyninin kıvrımlarında, bir bedenin yumuşak dokunuşunda kaybediyor ruhunu; ben böyle ettim. Biri beni uyandırsın, biri, ya delireceğim ya canım durmayacak bedende!

Yaşamadım ben bugünü
Yaşamadım inadımdan
Göremedim geçtiğini
Yanıbaşımdan her yanımdan

Ellerin uzanmasın
Uzak dursun
Tenin sakın dokunmasın
Hayal ettiklerim bana yakışmasın
İnancım yok benim...

10 Mayıs 2010 Pazartesi

La vie est trop courte pour étudier le français.

Bu da böyle bi anımdır:)


Uzun bir maratonun ardından Linguistics sınavıyla beraber, çalışmaya biraz ara veriyorum. Zaten bi tane mid-term kaldı, onu da başımdan savdım mı dertsin tasasız pür-i pak bir insan evladı olacağım ve o sınav için de çalışmama gerek yok zaten. Mutluyum. :)

Yavrum Markus sağ olsun, kolaycacık sormuş sınavda da. Beklediğimden iyi gelecek sanki, öyle hissediyorum. Gerçi çalışmadım mı? Ne zamandır böyle çalışmamıştım -Fransızcaya bile! Ama en azından -Fransızcanın aksine- bok gibi bir puan almayacağımı biliyorum. İçim rahat.

Sınav mağduru tüm arkadaşlarıma geçmiş olsun diliyor ve meydanlara çağırıyorum: Haydi gelin içelim! Öpücük.

9 Mayıs 2010 Pazar

Die Dying Dead!


Yarınki Linguistcis sınavının etkileri, iç ve orta kesimlerde yer yer üç buçuk atması, kıyı şeridindeyse göte dayanan yumurta kıvamıyla kendini göstermekte. Bizse -zeki, çevik ve iyi ahlaklı- öğrenciler olarak, sabah (öğlen) Güney Kampüs'te kahvaltı yapıp ardından Taşoda eşliğinde ders çalışarak, geri kalan zamanımızı da Metrocity'de alışveriş yapmayıp, bir öğrenci klasiği Burger King yiyerek değerlendiriyoruz. O anki ruh halimle, 2 saatlik bir çalışmanın ardından bir Taşoda daha yapabilirdim ama, dur dedim yavru kuş, deli mi s.kti seni?

Zannedersem s.kmedi.

Duş almak, bir sigara yakmak ve uyumak -ha bi de ders çalışmak- arasında gidip gelen bünyeme, kahve de fayda etmedi. Zaten akşamdan kalma kafam ve 5 saatlik uykumla bir de güneşi tepeden tepeden yememin vücudumda yarattığı tahribat kızarmış yanaklar, kuruyan gözler ve batan lensler olarak ortaya çıktı çıkacak. Hissediyorum geliyorlar.

Son olarak buradan seksapeli yüksek Linguistics hocamız Markus Pöchtrager'e seslenmek istiyorum. Dilerim kolay sorular hazırlamışsınızdır hocam. Zaten ilk dönem ortalama yapmışım, bele bele bi şeyler olmuş, götüm kalkmış falan. Şu güzel ortamı bozmaya ne gerek var şimdi. Di mi? Di?

Bu arada 14 Şubat'tan beri yazdığım ilk yazı bu olmuş. Minnoşum Dimitris'in doğum günüydü o gün. Bir daha da kalemi, defteri -klavyeyi- bırakmışım öyle. Şimdi aramız iyi ya, yeniden başlanmalı bence. Hatta diyorum Amerika'dayken bol bol fotoğraf çekip, yazı ekleyemesem bile en azından bir fotoğraflı Texas güncesi tutayım. Kim bilir... Orada ayağıma don bulamayacağım, orası kesin. İnterneti nereden bulacaksam artık!

14 Şubat 2010 Pazar

Gel gör beni aşk neyledi...

Ben ağlarım yane yane
Aşk boyadı beni beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi
 

Gel gör beni aşk neyledi
Derde giriftar eyledi

Gah eserim yeller gibi
Gah tozarım yolar gibi
Gah akarım seller gibi
Gel gör beni aşk neyledi
 

Gel gör beni aşk neyledi
Derde giriftar eyledi

Ben Yunusum bi çareyim
Aşk elinden avareyim
Baştan ayağa yareyim
Gel gör beni aşk neyledi



10 Şubat 2010 Çarşamba

Maybe I'm just too young to keep good love from going wrong...

Yes I, I feel too young to hold on
And I'm much too old to break free and run
Too deaf dumb and blind to see the damage I've done
Sweet lover you, should've come over
Oh love well I'm waiting for you




It's never over
My kingdom for a kiss upon her shoulder

9 Şubat 2010 Salı

O seni unutmuş, sen unutamamışsan...
Kalbinin kuşu uçmuş, sen unutamamışsan...

HADİ GEL İÇELİM!

Bu evrende bir tozsun, tarih seni unutsun...

Mazi kalbinde yaraysa, unut artık ne varsa...

Deliyim ben aslında 
senin gibisini sevmekle, deli...

Saçlarına kan gülleri takayım... (konuyla alakasız başlık şekil 1.a)


 Bir anlaşılamama korkusu almış başını gidiyor bende. Konuşasım var, konuşmak istiyorum. O kadar çok şey birikti ki içimde... Ve o kadar çok açık veriyorum ki hayatta! Bir yalanı yaşamak çok zor, iyiden iyiye anladım ben bunu. İki parçaya, üç parçaya, beş parçaya bölünmüş gibi bedenim. Gerçek hayat ile sanal hayat arasında, etrafımda olan biten ile kafamın içinde dönüp duranlar arasında bocalıyorum bazen.

Gene o karamsar intihar düşünceleri yakamı bırakmıyor. Ama işin garibi, bu sefer kendimi öldürmek için yeterince iyi bir sebebim yok işte. Belki önce güzel bir sebep bulup, öyle gelmeliyim. Ama... İkinci bir cümleye "ama" ile başlarken kafamda iki ayrı düşünce var:


1. Bir cümleden sonra nokta konup ikinci cümleye bağlaç ile başlanmaz. Yani ya "; ama" diye devam edeceğim ya da hiç devam etmeyeceğim bebek.

2. Bir yazı içerisinde arka arkaya iki cümle "ama" diye başlarsa, bu okuyucuyu hem üzer, hem yorar.

İşte hayatımdan bir parça sunuyorum size. Ben olmak böyle bir şey, hani şarkısı da var "Welcome to my life" diye. Bazen yürekten diliyorum, şu tüm bildiklerimi unutayım, pür-i pak bir insan olayım yeniden. Tabula rasa olarak baştan başlayayım hayatıma.

Al işte şimdi de Tabula Rasa dedim. Görenler bu kız ya psikoloji okumuş, ya felsefe diyecek. Bir de çakma artizlik yapmakla suçlanacağım belki de. Of, Allahım, kelimeler, neden bu kadar yoruyorsunuz ki beni? Üstelik ben Allah'a inanmam bile! Şimdi Allah'a inanmam deyip de Allah'ı büyük harfle yazıp, bir de hâl ekini kesme işaretiyle ayırınca "Bu nasıl inanmamak lan?" diyebilirsiniz bana. Ama bu da başka bir gramer kuralı (ve ben bir cümleye daha "ama" ile başladım.

Üstelik hâl eki yazarken de şapka kullandım.

Kafamı sikeyim. Gidiyorum ben.

All I ever wanted, all I ever needed is here, in my arms
Words are very unnecessary, they can only do harm...

4 Şubat 2010 Perşembe

Bir Günah Gibi...

Annem Aşk-ı Memnu izliyor. Ben de bu eski şarkıyı duydum... Ağlayasım var aslında, tutuyorum kendimi.


Bir günah gibi gizledim seni
Kimse görmedi seninle beni
Ağlarken içim güldü gözlerim
Bir günah gibi gizledim





Ama o bunu asla anlamayacak. Ama belki bir gün... Anlar mı dersiniz?

21 Ocak 2010 Perşembe

Biz kaç kişiyiz?

Bugün itibariyle 40 kişi olmuşuz arkadaşlar, cümlemize geçmiş olsun. Beni severek izleyen, yorum yapan, bu piksellerin arasında yalnız bırakmayan herkese teşekkürler.

Ulan millet 1000. kişide bu konuşmayı yapıyor, 10.000'inci ziyaretçiye ödül veriyor, sen ne ayaksın? dediğinizi duyar gibiyim. Benim blogum özünde bi s.kime yaramadığı için, böyle büyükler hedefler koymadım kendime. Bin kişiymiş? Peeeh! Vampircik olmasa, okuldan arkadaşlar olmasa 10 kişiyi anca toplardım ben.

İşte bu yüzden sevincimi mazur görün, beni kutlayın, fln. Özürlü gencin yaşama sevinci lafı çok modaydı bi ara, belki hatırlarsınız. Ben oyum işte.


"O zaman ne diye kırık kalp koydun oraya?" diyenler için dip not-->  Buradan son dakka haberi gibi geçmek istemezdim ama, Selim'le ayrıldık biz. Öyle işte. Bugünlük bu kadar. Konuşasım yok pek. Sustum.

19 Ocak 2010 Salı

Yorumunuz kaydedildi, blog sahibinin onayından sonra gösterilecek.

Canım sıkılıyor bazen, blogdan bloga geziyorum. Follow ediyorum, comment ediyorum. Ama tüm bu süreç içerisinde canımı sıkan bir konu var. Başlıkta yazdığım olay.     

Biliyorum, bazı blog yazarları, özellikle tabuların gözüne parmak sokanlar, böyle çok affedersiniz sokmalı çıkarmalı yorumlar alıyorlar mütemadiyen. Haklı olarak annelerine gönderilen iyi dilekleri sabahtan akşama kadar, gelip yorumları gözden geçirene kadar cayır cayır yayınlanamak istemiyorlar. Bu grubu anlıyorum.       

Bir diğer grup da, gelen her yorumu görmek ve cevap olarak karşı-yorum yazmak istiyor ve yazıları her gün tekrar tekrar kontrol etmemek adına yorum denetimini etkinleştiriyor. Böylece gelen giden her şeyden haberleri oluyor. Bu grubu da anlayabilirim.    
Peki ya diğerleri? Bu iki gruba da girmeyenler? Bana saksı muamelesi yapamazsınız! En çok bana soracaksınız! diyenler? Ve bunun üzerine yorum denetlemesi koyup benim sinirimi zıplatanlar? Arkadaşların bloglarına yorum yapıyorum-denetim yok. Kendi bloguma bakıyorum-denetim yok. Surf yaparken bir bloga denk geliyorum, bir şeyler yazayım diyorum-hooop denetim! Göt lalesi gibi hissediyorum valla kendimi. Sanki biri ordan çıkıp "Kodumun pastası, sen kimsin ki duvar dibine işiyosun?" diyormuş gibi...   
Öyle ya da böyle, şu yorum denetimi olayı biraz kalkmış göt izlenimi uyandırıyor bende. İşim gücüm yokmuş gibi(çaktırmayın, yok) her gün son haftanın postlarını kontrol ediyorum ben, yorumlar için. Bir hafta öncesine de denetim koydum, ama şimdiye kadar 2 tane falan çıktı bir haftadan eski yazılara yorum yapan. Darn benim blogumu kimse okumadığından, çok hit alanlara çemkiriyorum şu an. Hehehe. Salla ya. Denetim menetim, seviyorum sizi bloggerlar. Öptm by.

17 Ocak 2010 Pazar

AVATAR

      11'e 10 kala buluştuk, 11'de Avatar'ı izlemeye başladık bugün. Selam yok, sabah yok; deli şeyetmiş gibi koştuk 3D salonuna.  

   Filmi çok beğendim. Konusu olmasa, hiçbir şeyden bahsetmese, sesi fln dahi olmasa bile sırf görselleği için izlenebilecek bir filmdi. Yalnızca üç boyutlu oluşundan ve kullanılan özel efektlerden bahsetmiyorum. Renkler, çiçekler, ağaçlar, Nav'i ırkının mükemmel vücutları, envai çeşit uçan kaçan yaratık...
   Bu arada konu olmasa da izlenir derken, konusu yoktu demek istemedim. Konusu, sesi olmasa bile ağzımı ayırır, izlerdim. O denli müthişti yani. Konusuna gelince, sıradandı denebilir. İyi-kötü savaşıyor, iyiler kazanıyor, bu arada da esas kızla esas oğlan aşk yaşıyor. Ama o kadar göz alıcı bir film ki; neyden bahsettiğini düşünmüyor bile insan. Beyaz perdeye teslim; dalıp gidiveriyor...   
  Henüz filmi izlememiş olan varsa, mutlaka gidip izlesin. Sonra pişman olursunuz, kafanızı taşlara vurursunuz. Öyle torrentten indirilip laptopta izlenecek bir film değil çünkü. Güzel, konforlu bir 3D sinemada patlamış mısır+kola+sevgili eşliğinde izlemek lazım. Bak, mutlaka diyorum.

16 Ocak 2010 Cumartesi

Kalbim Ege'de Kaldı...




İzmir'deyim

Mehtap'la bir saatlik bir yolculuğun ardından İzmir'e ayak bastık. Gidip gideceğim ilk yer ise IKEA oldu nedense. :) Orada bi güzel yemek yedik annemlerle, ama annem çok yorgun olduğu için mağazayı gezmedik. Keşke gezseydik. Bi sürü güzel güzel kapaklı kaplar alırdım gene. Her tarafım kap oldu zaten evde. Dolap benim değil, masam bile benim değil; ama 20+ kapaklı kap var evde. İşin garibi, hepsi de dolu. Hatta bana kafayı yedirecek kadar dolu. Bir domates kessem koyacak kap yok. Genetik sanırım bu. Aynısı annemde de var!

Bu arada; anne, yorgunluk, fln demişken onu da söyleyeyim: Annem hamile. Tam 3 aylık. Bunca yılın ardından kardeşim olacak yani. Elimi çabuk tutarsam benim çocuğumla beraber büyürler hem. Ne güzel. :P

FREE AT LAST, FREE AT LAST! THANK GOD ALMIGHTY, WE ARE FREE AT LAST!


Let freedom ring!

"Final haftası" konulu yazı dizimin an itibariyle sonuna gelsin. Yılın en kolay sınavı sayabileceğim Turkish For Translators finalinin ardından, nihayet özgürlüğe kavuştuk.
Ama yarın akşam üstü İzmir'e geri döneceğim için, acı çektim resmen. Mutlu olmaya fırsat kalmadı.

Hemen eve geldik kankamla. Ben odamı silip, süpürürken o da bulaşıkları yıkadı. Sonra mutfağı eni konu temizledik, ev arkadaşıma sözüm vardı. Son olarak da kendime çeki düzen verip düştük yollara. Islattık finallerin bitişini.

Yarın akşam saat 5'te uçağa biniyorum, 6'da İzmir'deyim. Özlemişim memleketimi. Geçen sene hiç özlemezdim böyle. Anlamadım artık ne oldu... Sonunda İzmir'i görecek olmaktan dolayı mutluyum. Helen kokusu alacağım, sanırım biraz da ondan...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Karga bokunu yediyse, gidelim Gaffır!


Finaller are tres wunderbar.

Finaller finaller diye götümüzü dişimize takıp çalıştığımız, en kötü ihtimalle çalışmaya çalıştığımız bir haftanın ardından o büyük an, o yüce sınav geldi kapıya dayandı. Saat 10.30 sularında, benim için artık çok geç olacak. Ben ve Psychology 101 uzun, anlamsız bir yolculuğa çıkacağız. Bana şans dileyin.

Bu arada size, uzun süren uğraşlar sonucu Psikoloji dersindenden elde ettiğim çıkarımları sunacağım:

1) Freud'a göre hepimiz anne babamızla -çok affedersiniz- şey etmek istiyoruz. Anladınız siz onu.

2) Yine Freud'a göre 5-6 yaşındaki erkek çocukları çüklerinin düşeceğinden korkuyor.

3) Şirofreni ile kişilik bölünmesi aynı şey değildir.

4) Çocukluğunuzda yeterince meme emmezseniz ileride sigara ya da oral seks bağımlısı olabilirsiniz.

5) Cerrahların bazıları sırf içlerindeki kesme/biçme güdüsünü dizginlemek için vatana millete hayırlı bi birey oluyorlar, aslında içlerinde bir Jack the Ripper gizli.

6) Gene Freud sıçızlamış: 5-6 yaşındaki çocuklarda "garı isterem" kompleksi boy gösterebilir, çünkü cinsel güdüleri yetişkinlerinkiyle aynı.

7) Eğer her orgazm oluşunuzda, vücudunuzun başka bir yerini ellerseniz -misal kol- bir süre sonra sadece kolunuzu elleyerek orgazm olabilirsiniz. (Tavsiye etmiyoruz.)

8) Freud: Fallik dönemde kız çocukları olmayan penislerinin eksikliğini kapatmak için babalarından çocuk yapmak istiyor. (Oha amk, naptın sen Freud?)

9) İntihardan bahseden insan intihar fln etmez. Yanlış! İntihar eden neredeyse herkes, bir kez de olsa ölmek istediğinden bahsetmiştir!

10) pastafaryan.exe bir sorunla karşılaştı ve kapatılması gerekiyor.

10 Ocak 2010 Pazar

Oo Ye Psikoloji yüz bir!

Memori adlı psikoloji konusuna başlamadan önce, 2 gündür ihmal ettiğim blogumun tozunu alayım dedim. Blog dediğin ihmale gelmez, bi gün 50 hit alırken ertesi gün bi bakmışsın, in cin çift kale maç yapıyor. Nankörsünüz olm.

Introduction to Translation sınavım var yarın, ama ona dün çalıştım sayılır. Ben de şimdi Çarşamba günkü Psikoloji finaline çalışmaya başlayacağım. Kol gibi konu var, 3 gün önceden başlamam lazımdı ama... Nerde bende o kafa?

Bu bktan final haftasında "Psychology 101" temasıyla uyumlu iki favori videomu paylaşmak istiyorum. Biraz eğlenirsiniz fln, yüzünüze renk gelir.

Önce bunu izleyin:


Sonra da bunu:

8 Ocak 2010 Cuma

Hassktir final haftası o.O


Iruneach de demiş bu temaya yakışıyor mu hiç öle "montla sıçanlar" fln. Şimdi de yazıya "hastir" diye başladım, iyice sıçtım sıvadım üstüne oturdum bi de. Hehehe. Ama ben de haklıyım sonuçta. Malumunuz final haftası(haftaları) kapıda. Hatta benim finaller bu hafta başladı da, Türkiye geneline uyum sağlayayım diye ağırdan alıyorum.

Kimimiz DD getirip sevincek, kimimiz CB getirip üzülecek, biz de onların ağzına sıçıcaz fln. Ama bi şekilde bu hafta bize girecek, bu konuda hemfikiriz.

İşbu sebepten ötürü, şu an üniversitede okuyan, okumaya çalışan ve hatta okuduğunu zanneden her gencin final haftasını can-ı gönülden kutlar, sonsuz başarılarının devamını dilerim. Bi de madem final haftasındasın, ne işin var burda kardeşim? (Diceğimi dedim, benden çıktı artık.)

formspring.me

Ask me anything http://formspring.me/Pastafaryan

To-Do List


Work&Travel'a gitmek istiyorum blog. Annemi de ikna ettim gibi. Biraz para da biriktirsem ne güzel olucak di mi?

 

Bir de Yunanca öğrenicem Franszıcaya ek olarak. Şimdiden alfabesiyle uğraşmaya başladım zaten. Bi de ders programında uygun yer bulup 2. dönem alırsam! 

 

Kilo vermek istiyorum, ama bu konuda bi bok yapmıyorum. Akşam yemeğinde kısır yedim mesela. Oldu mu şimdi blog? Bence olmadı...

 

Ders çalışıcam, ders çalışıcam! Hadi ilk dönem balıma güzel notlar aldım, ama bu böyle gitmez, gidemez. Acilen bu duruma bi el atmak lazım, yoksa bye bye interpreting.

 

Pronounciation'ımı düzeltmem lazım, mümkünse British yönünde. Ben ne zaman British desem insanların yüzünde bir "öğğh" tepkisi görüyorum, ama o kadar kötü diil British. Tanısan sen de seversin. Valla bak.

 

İnternette 12345678910 milyon saat geçirmicem blog. Bunu sana söyleyince garip oluyo tabi, farkındayım ama... Azaltmam lazım ya. Şurda harcadığım zamanın yarısında kitap okusam alim olmuştum.

 

Kendime güvenmek konusunda bi şeyler yapmam lazım. Kendimi ifadee tmeyi öğrenmem lazım. Kendimle barışmam lazım. Kendimi sevmem lazım. Belki alışmam lazım lazım lazım... Belki katlanmam lazııım!

 

Buraya daha ilgi çekici şeyler yazmam lazım. A.lı g.tlü blog açmam lazım. Çok sıkıcı bi insan oldum. Hem şimdi moda. Hehehehe.

 

Bi de bu kadar tembel olmamam, yeni yıldan beklentilerimi bile 10 gün sonra yazmamam, bi işi zamanında halletmeyi öğrenmem lazım. ;)

6 Ocak 2010 Çarşamba

Çevirinin Kısa Tarihi


Traduttore traditore?

Otomatik Portakal filmini izlerken ya da Tevfik Fikret’in evindeki “Sis” tablosuna bakarken, bu sanat eserlerinin birer film ya da resim olmaktan öte, bir çeviri örneği olduğunu düşündünüz mü hiç?

Çeviri denince ilk akla gelen yabancı dilde bir metnin alınıp aynen Türkçeye aktarılması, hem de bunun mümkün olduğunca kaynak metne en sadık şekilde yapılması. Fakat bir senaryonun film hâline getirilmesinden, bir kitabın tiyatroya uyarlanmasına; bir şiirin resme dönüşmesinden, Yunan harflerinin Latin alfabesiyle yazılmasıyla oluşan Greeklish’e kadar hayatımızın pek çok alanında karşılaştığımız yazılı, sözlü, görsel sanat örnekleri aynı zamanda birer çeviri aslında.

Peki kültürel hayatın bu denli önemli bir parçasını oluşturan çeviri, modern hâlini almadan önce hangi aşamalardan geçti? Yani çevirinin kendi hayatının dönüm noktaları nelerdi?

Çeviri söz konusu olduğunda, bahsedilmemesi büyük bir gaflet olacak iki kilometre taşı vardır çeviri tarihinde: Rosetta Taşı ve Martin Luther’in İncil çevirisi. Artık sözlü çeviri de çevirinin ayrı bir kolu olarak görüldüğüne göre, II. Dünya Savaşı’nı da bu listeye eklemek yersiz olmayacaktır.

Söze öncelikle Rosetta Taşı’yla başlamak istiyorum. Buluntularına rastalanan ilk çeviri örneği olmasa da, tarih süreci içerisinde taşıdığı önemden dolayı çeviri sanatının başlangıcı olarak kabul edilmiştir Rosetta Taşı. Fransızlar tarafından bulunduğu köy olan Rosetta(ya da Reşit) ismiyle anılan bu taşın üzerindeki ferman Mısır yerlilerinin kullandığı dil, Hiyeroglif yazısı ve Antik Yunanca olmak üzere üç ayrı dilde yazılmıştır. Antik Yunanca metin yardımıyla Hiyeroglif yazısı çözümlenmiş ve graniten yapılma Rosetta Taşı’nın çevirisi, Mısır Bilimi’nin başlangıcı olmuştur. Helenistik bir hanedanlık olan Ptolemaios hükümdarlarından biri tafarından, İskender’in Mısır’ı fethinden sonra yaptırılan taş, iki kültürün, ayrı dilleri konuşan iki insanın bir araya gelmesinin kaçınılmaz sonucunu gösteriyor bize: Çeviri.

Çevirinin tarihte bıraktığı ikinci büyük ayak izi ise, kuşkusuz, Martin Luther’in İncil’i Almancaya çevirmesi ve ardından başlayan Reform hareketleridir. Dini halkın kaymak tabakasının tekelinde olmaktan kurtaran ve eski, çürümüş gelenekleri topyekün kaldırıp Hıristiyanlık adına yeni bir çağ başlatan Reform, çeviri sayesinde başlamış ve devam etmiştir. Rosetta Taşı örneğinde olduğu gibi, Martin Luther’in İncil’i de Almanca’ya çevrilen ilk İncil değildir; fakat günlük dile uyarlanmış olması ve Katolik Kilisesi’nin ya da başka herhangi bir kurumun şahsi çıkarlarına hizmet etmemesi onu diğer İncil çevirilerinden ayrı bir yere koymaktadır . Yine iki farklı dilin, iki benzersiz kültürün karşılaştığı an araya girip, bu iki ucu aynı noktada birleştiren aracı, Hıristiyanlığın bir diğer mesihi çeviri olmuştur.

Son olaraksa, II. Dünya Savaşı modern çevirinin şu anki konumuna gelmesinde önemli rol oynamıştır. Bu savaşın muhtemelen yegane olumlu sonucu olan “sözlü çeviri” ya da “simultane çeviri”, II. Dünya Savaşı’nın ardından yazılı çeviriden ayrılmış, yeni bir dal olarak varlığı tescillenmiştir. Günümüzde gittikçe yaygınlaşan Makine Çevirisi de II. Dünya Savaşı’nın bir başka getirisidir. Japon radyo yayınlarında açıklanan saldırı koordinatlarını anında İngilizceye çevirecek insanların gerekliliği,  simultane çeviri timleri oluşmasına sebep olurken, Rus savaş esirlerinin sorgulanması için gereken sözlü çevirmen ihtiyacı bu çabayı desteklemiştir. Yine Japonların kullandığı şifreleme sistemini çözmek ve metinleri deşifre etmek için gereken mekanik zeka ve güç ihtiyacı, günümüzde İnternet üzerinde sayısız örneği bulunan çeviri makinelerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Her ne kadar, güvenilir bir erek metin sunmaktan aciz de olsalar; Google Translate örneğinden de anlaşılabileceği gibi, makina çevirileri anafikir elde etmek için gayet yeterli veri tabanları oluşturabilmektedir.

Rosetta Taşı’nın keşfinden beri sayısız evrimden geçen ve dünyayı yerinden oynatan çeviri, günümüzde üniversiterde bir bilim dalı olarak okutulmaktadır. Eskiden iki dil bilen her insanın yapabileceği bir meslek addedilen çeviri, artık yalnızca bu işin ehli kişilerce icra edilmesi gereken yeni bir sanat dalı hâlini almıştır. Bir metnin başka dile aktarılmasından öte; kendi alanında kitaplar dolusu teori ve teknikleri bulunan çeviri sanatı, kültüriçi ve kültürler arası iletişim ve etkileşimin birinci aracı olarak yerini korurken, aynı zamanda her dil gibi değişmekte, gelişmekte, bir yandan can verirken, diğer yanda yeniden filizlenmektedir.

Şimdilerde Modern Türk çevirisinin en büyük ihtiyacı ise, Shakespeare’in meşhur “olmak ya da olmamak” dizelerine bakıp, “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?” diyebilecek eski toprak ve yeni kandır.

Elimizde bunlar var:

random (7) çeviri (7) niteliksiz bilgi (6) sevgili günlük (6) dimi (5) final haftası (5) translation of poetry (5) şiir (5) şimdi reklamlar (5) ateizm (3) hayatım sikildi (3) kısa öykü (3) nazım hikmet poems in english (3) poetry (3) sex (3) yemek tarifleri (3) öyküler (3) Muse (2) TV (2) aşk (2) blog (2) denemeler (2) din (2) ewan mcgregor (2) istanbul (2) izmir (2) kadın erkek ilişkileri (2) linguistics (2) poème (2) çizim (2) 3D (1) 40. izleyici (1) BÜMAK (1) NY (1) abazanlık (1) aids (1) aile (1) ajda pekkan (1) alıntı (1) amerika vs. türkiye (1) ananas (1) anket (1) avatar (1) ayrılık (1) aşk-ı memnu (1) bilinmeyen gerçekler (1) bir günah gibi (1) bira (1) burger king (1) ceci n'est une pipe (1) curt wild (1) duman (1) facebook (1) filistin (1) film (1) fransızca (1) français (1) freud (1) gaykedi (1) gel gör beni (1) gramer (1) hamster yemi (1) hastalık hastası (1) hayat (1) ikea (1) inekler (1) internet (1) israil (1) itü sözlük (1) kalbim ege'de kaldı (1) kelimeler (1) kendime not (1) kilyos (1) krema (1) kızarmış ekmek (1) lover you should've come over (1) martin luther king (1) mcdonalds (1) mid-term (1) müzik (1) oasis (1) olmayan adam (1) olric (1) oscar wilde (1) pasta (1) pastafaryan ne demek (1) patlıcanlı kabaklı makarna (1) pedofili (1) pedophile beards (1) psychology 101 (1) rapist glasses (1) sportsfest (1) star wars (1) steakhouse (1) sıçtın mavisi (1) texas (1) the ballad of reading gaol (1) the x files (1) to-do list (1) tutunamayanlar (1) usa (1) var olmak (1) velvet goldmine (1) video (1) webstats (1) yorum denetimi (1) yunanistan (1) yunus emre (1) çürük raporu (1) ödev (1) özgürlük (1) öğrenci evi (1)
 

Blog Template by YummyLolly.com - RSS icons by ComingUpForAir