18 Ekim 2011 Salı

Let's fuck!

5 Ekim 2011 Çarşamba

You were my brother, Anakin ~


I loved you!

12 Eylül 2011 Pazartesi

I chose something else. Reasons? There are no reasons.



Trainspotting? Trainspotting'in hayatımdaki yeri nedir? Yeri falan yoktur hayatımda. Yani böyle yer derken... Tamam, bilgisayarımda birkaç GB, kitaplığımda birkaç cm küp yer kaplar, ama Trainspotting'in hayatımda bundan başka yeri yoktur? Neden? Çünkü benim için Trainspotting, vezgeçmektir. Sahip olduğun, değer verdiğin her şeyden vazgeçmek. Neden? Çünkü böyle küçük küçük şeyler, sahip olduğumuz minik lezzetler, bizi bu hayata bağımlı kılıyor. Hayatın tiryakisiyiz. Oysa, o bizi pireli bir köpek gibi üzerinden silkip atacak. İşte bu yüzden, değerlerimden vazgeçiyorum birer birer, onlar benim değerimi belirlemeden. Bu yüzden Trainspotting'in hayatımda bir yeri yok. "Folklorik olarak saygım var, ama sana tapamam totem."

So why did I do it? I could offer a million answers, all false. The truth is that I'm a bad person, but that's going to change, I'm going to change. This is the last of this sort of thing. I'm cleaning up and I'm moving on, going straight and choosing life. I'm looking forward to it already. I'm going to be just like you: the job, the family, the fucking big television, the washing machine, the car, the compact disc and electrical tin opener, good health, low cholesterol, dental insurance, mortgage, starter home, leisurewear, luggage, three-piece suite, DIY, game shows, junk food, children, walks in the park, nine to five, good at golf, washing the car, choice of sweaters, family Christmas, indexed pension, tax exemption, clearing the gutters, getting by, looking ahead, to the day you die.

8 Eylül 2011 Perşembe

Doctor Who

Hayatıma giren ikinci 71'li İskoç erkeği: David Tennant.


Gülüşünü sevsinler seni çılgın.


Bir İskoçla evlenmeden ölmeyeyim ya. Kiltini giydirip, koluma takıp gezdireyim. Allam n'oolur Allam süpaneke dinimiz amin.

3 Eylül 2011 Cumartesi

Men are good for 70 things:

Money   &   69

23 Ağustos 2011 Salı

Güzellik Dünyanın Lanetidir



“Güzellik uğruna güzel olmayan şeyler yapmak”, bir paradoks, bir yanılsama, bir algıda seçicilik. Gerçek güzelliğin ne olduğunu aslında hiçbirimiz bilmiyoruz, sadece üzerinde tahminler yürütüyoruz, çünkü işin özüne inildiğinde her şey göreceli, hiçbir şey değişmez değil. En acısı da, aslında hiçbir şey yansıması kadar güzel değil. Antik Çağ düşünürlerinden günümüz yönetmenlerine kadar insanlığın her döneminde üzerinde onca fikir üretilmiş, kafa yorulmuş bir kavram olan “güzellik”, Nip/Tuck senaristlerince ameliyat masasına yatırılıyor.

            ABD’de 2003-10 yılları arasında yayınlanmış ve CNBC-e aracılığıyla Türk izleyicisiyle buluşmuş olan televizyon dizisi Nip/Tuck, gerek işlediği konu, gerekse bu konuyu ele alışı bakımından, televizyonculuk tarihinin en cesur dizisi olarak nitelendirilebilir. İki estetik cerrahın mutlak güzelliği ararken ve bulamadıkları takdirde onu yaratmaya çalışırken başlarından geçenleri konu alan dizi aslında hepimizin yumuşak karnı olan bir konuya parmak basıyor: İnsanın güzellik arayışı.

            Güzellik arayışının, bir yandan da ölümsüzlük arayışıyla ilgisi yok mu sanki? Asla solmayacak bir hayal, unutulmayacak bir yüz, hafızalardan kazınmayacak bir vücut değil mi insanın peşinden koştuğu? Bir tuvalin üzerinde yeni bir dünya yaratan ressam gibi, kendinden bir şaheser yaratmaya çalışan insan, yaratıcı gücün ve nihayetinde ölümsüzlüğün peşinde değil midir aslında? Ya da konuyu karşıt bir açıdan ele alacak olursak, güzellik, yaratıcı güç ile özdeşleştirdiğimiz bir özellik, tanrısal bir şey değil midir insan oğlunun gözünde? Bu yüzden değil midir; önce güce, sonra güzelliğe tapmamız? Hatta, güzelliğin en acımasız insanı bile dizlerinin üzerine çöktürebilecek korkunç gücü, onu her şeyin hâkimi kılmaz mı bir yerde?

            Nip/Tuck dünyasının izleyicelerine sunduğu felsefelerin biri de, şu cümlenin içinde gizli: “Güzellik dünyanın lanetidir.”  

            Çocukluğumuzun masallarından Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalında bile, kötü kalpli kraliçe dünyadaki en güzel kadın olmak için kendinden daha güzel olan bir kızın kalbini isteyecek kadar gaddarlaşabilir. Bu masaldaki arzu nesnesi olan güzellikle, Nip/Tuck’a konu olan “erişilmeye çalışılan güzellik” biraz farklı olsa da, varılan sonuç aynıdır. Tıpkı para gibi, güç gibi, ölümsüzlük gibi, insanoğlunun yüzyıllardır peşinde koştuğu, ama biraz yaklaştığını sandığında aslında bir o kadar uzaklaştığı bir kavram. Pamuk Prenses masalındaki güzelliğe erişmek uğruna yolundaki engelleri kaldırmak için cinayet işlemekten çekinmeyen kraliçe de,  güzellik uğruna, neşter altına yatmayı göze alan modern insan da aslında aynı şeyin peşinde: Bir kalp. Hani Kabil’in kıskançlıktan kardeşinin canına kıydığında kaybettiği şey.
           
Bunca kötülüğe ve acıya neden olduğu halde, hatta yalnızca çevresindekilere değil, kişinin kendisine de işkence eden bir kavram olduğu halde, “güzellik” hep iyi kavramlarla özdeşleştirilmiştir. Oysa bir insanı cinayete ya da intihara sürükleyebilecek bir kavram, nasıl olur da bu denli kutsal, tanrı vergisi ve olmazsa olmaz sayılabilir insan hayatında? Nip/Tuck’ın tartıştığı sorular da işte bunlardır. Güzellik nedir? Hatta güzelliğin ne olduğundan ziyade, güzelliği bu denli yıkıcı yapan nedenleri işleyen dizi; insan mantığının, düşüncesinin daha önce dokunulmamış, gidilmeye cesaret edilememiş köşelerinde cesurca gezinir, bin yıllık yaraları gün ışığına çıkarır.

Güzellik kavramını -daha doğrusu özden gelen güzellik ile sonradan kazanılmaya çalışılan güzellik arasındaki farkı- iki estetik cerrahın gözünden anlatan dizi, yüzeyde iyi ile kötünün savaşı gibi görünürken, derinlerine inildiğinde aslında iyi ve kötünün birbirinden çok da farklı şeyler olmadığını gösterir bize. Aslında değişen ne insan ne edimdir, değişen tek şey koşullardır. İnsanın güzellik uğruna yapabileceklerine tanık olurken, bir yandan da sahip olduğumuz tüm değer yargılarını gözden geçirmeye zorlar bizi. 

Güzellik kendi başına kutsal ve tanrısalken, plastik cerrahinin ismiyle müsemma olan “yapma güzellik” uğruna girilen çetrefilli, dikenli yolda çirkinleşen insan ruhunu gözler önüne seren Nip/Tuck, iyiyle kötünün, yani güzelle çirkinin aslında birbiriyle ne kadar iç içe olduğunu, birinin var olması için diğerinin ne denli gerekli olduğunu insan doğasından yola çıkarak anlatıyor. Göldeki yansımasına âşık olan Narkissos ile aynadaki görüntüsünden tiksinen günümüz insanı arasında bir kıyaslama yaparken, kimin doğru yolda olduğunun, kimin yanlış yollara saptığının ayırdına varmak kolaylaşacağına, git gide daha da zor bir hal alıyor.

Antik çağın kusursuz heykelleri ile modern zamanların kirlenmiş ruhları aynı karede birleşiyor. Narkisoss ile modern insan, bir yirmi birinci yüzyıl trajeydasında buluşuyor. Bin yıllardır içinde taşıdığı ruh ile karşılaşıyor insan beyaz ekran karşısında. Güzel ile çirkin arasındaki savaştan öte, güzel ile çirkinin tanışma merasimi olan Nip/Tuck, cevap verdiği sorulardan çok soru işaretleri bırakıyor insan zihninde:

Ben hangisiyim?

11 Ağustos 2011 Perşembe

Ölen Bir Ateistin Düşünceleri


Tekinsiz fısıltılar mahsur
Yastığımın altında
Hatıralarından
Uyku tutmuyor bir türlü

Bu odadasın, biliyorum
Nefesini duyar gibiyim
Dünyalarımızın çarpıştığı yerde
Süzülüyorsun

Korkudan ölüyorum
Sonumu görüyorum

O an yakın, biliyorum
Ve yapabileceğimiz hiçbir şey yok
Bak imansız gözlerle
Ölmekten mi korkuyorsun?


26 Temmuz 2011 Salı

Yaradanı sevmem yaradılandan ötürü...

24 Temmuz 2011 Pazar

OLRIC: SOYTARI KRAL



"Tutunamayanlar, kendi kafalarının içinde bir evren yaratanların ve bütün gerçekleri yalanlayanların romanıdır. Reddedişin, yabancılaşmanın, entelektüel kesimin, küçük burjuva zihniyetinin hicvidir. Ülkedeki koşulların sağlıksızlaştığı bir dönemde, Atay, kamuoyunun beklentilerine cevap verememişti. Kaçış psikolojisi onu ülke dışına yollamamış, kendi 'ben'inde bir yolculuğa bilet vermiştir. Yolculuğun sonu nasıl biterse bitsin, yola bir defa çıkılmıştır. Her an tehlike, her an belirsizlik. Hiç bitmeyen yarım yamalak yaşantılar... Virgüllerle dolu bir hayat... " (Aydın, Evrensel, 25.06.01)

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanının hafiften hırpalanmış bir on üçüncü baskısı var şu an elimde. İlk kez 1970 yılında raflarda yerini alan bu roman, o zamandan günümüze kadar pek çok kez basılmış, okunmuş ve üzerine düşünülmüş. Pek çok gencin gündüz düşlerinin yerini insanı düşünmeye zorlayan karanlık kuyulara bıraktığı zamanlarda, onlara iyi ya da kötü bir yol arkadaşı olmuş. Tutunamayanlar ve okuyucusunun ilişkisi aslında Turgut’la Olric’in ilişkisi gibi bir yerde. Öyle zaman geliyor ki, kimin uşak, kimin efendi olduğu, hangi sözü kimin söylediği belli olmuyor. Elinden kitabı bırakıp düşünmek zorunda kalıyor okuyan: Oğuz Atay söylediği için mi bu kadar tanıdık bu sözler, yoksa ben zaten bunu düşünmüştüm de, benim yerceğizime Oğuzcuğum Atay mı söyledi?

Basıldığı ilk yıllarda okuyucunun ilgisini çekmeyen roman, Oğuz Atay’ın hayata gözlerini yumduğu 1977 senesinde bile yazar için bir hayal kırıklığı olarak kalmıştı. Turgut’un ağzından dökülen “Giderken denizi bu renk bırakmak istemiyorum, Olric.” (Atay, 1997: s. 577) sözleri gibi, Atay da bu dünyaya veda ederken Tutunamayanlar romanını uğursuz bir gölge gibi ardında bırakmak istememişti belki. Bunu asla bilemeyeceğiz. Fakat, bir on yıl içerisinde pek çok acıdan yolu geçen Türkiye ve Türk insanı, kurtuluşu değilse de isyanı bu romanın tozlu sayfaları arasında yeniden keşfetti. Yaşadıkları hayatlara tutunamayanların kutsal kitabı haline gelen roman, Türk yazın tarihinin pek de kalabalık olmayan kara kaplı defterine Oğuz Atay ismini altın harflerle kazımıştır.

Tutunamayanlar’ın pek çok kez çevrilmiş sayfaları arasında, belki de herkesin içlerinde biraz kendini bulacağı birçok karakter nefes almaktadır. Hatta Selim Işık gibi, bazısı hiç nefes bile almadan yaşamıştır bu sayfalarda. Edebiyat dünyasın fenomen ikililerinden Don Kişot ve Sancho Panza’nın tahtına aday olan Turgut Özben ve Olric ikilisi ise, Tutunamayanlar romanının sonuna kadar, aslında zaten ikisinin birleşiminden oluşan bir karakteri inceliyor, araştırıyor, lime lime edip, en nihayetinde yarı bele kadar çamura saplı bir şekilde, parçaları bir araya getiremeden kala kalıyorlar ortada. Selim Işık’ın ardı sıra ilerleyen Turgut ve Olric, başka bir aynanın yansımasında cisme kavuşuyor, birbirleriyle çatıştıkları kadar, birbirlerini tamamlıyorlar da. Aslında var olmadığını, romanın en başından beri bildiğimiz Olric, buna rağmen o kadar ustaca hayat üflenmiş bir karakter ki, bir süre sonra tıpkı Turgut gibi, biz de inanıyoruz artık onun kendi başına bir varlık, kendi kendine düşünebilen bir uşak olduğuna. Hatta bir yerden sonra, Turgut Özben ve Olric külahları öyle bir değişiyor ki, artık kimin uşak, kimin efendi olduğuna karar vermek o kadar kolay olmuyor.

Peki ya nereden çıktı bu Olric? Kimdir, kimlerdendir? Sahi ne yer, ne içer? Kimilerine göre Charles Dickens’ın Büyük Umutlar romanındaki Pip’in kötü yanını temsil eden “Orlick”, diğerlerine göre Shakespeare’in Hamlet’ini çocukluğunda çok kereler sırtında taşımış olan emektar saray soytarısı “Yorick” karakterinden, belki de bu ikisinin birleşiminden esinlenerek yaratılmış ve ismini onlardan almıştır Olric. Düşünmeden, bilmeden, yaşamadan yaşadığı küçük burjuva rüyasından eski dostu Selim Işık’ın ölümüyle uyanan Turgut Özben, Selim’i anlamak için çıktığı yolculuktan kendini de kaybederek geri dönen Turgut’un yolda bulduğu yol arkadaşıdır Olric. Onun ne iyi yanı, ne kötü yanı, ne var olmuş ne de var olmayan yanıdır. Olric, Turgut’a bağlı, ama ondan bağımsız, düşüncelerden yeşeren bir ayrıksı ot, eski sorulara cevap verirken yeni sorular soran bir uşak, Turgut ile ilgili her soruya cevap verebilecek bir “Tanrısal bakış”tır. Oğuz Atay’ın Turgut’un zihninde ne var ne yoksa görebilmek için yarattığı bu karakter, hem Turgut’u Turgut’a anlatmakta, hem de Selim’i anlamakta ona ışık tutmaktadır. Olric, bir iç sestir, bir yoldaş ve bir kardeş.

“O zamanlar daha Olric yoktu, daha o zamanlar Turgut’un kafası bu kadar karışık değildi.” (Age: s. 25) der Oğuz Atay. Yani kitabın ilk sayfasından beri, Olric’in ileriki sayfalarda ortaya çıkacağından haberdarızdır. Oysa Olric’in sahneye çıkışı birden ve apansız olmuştur. Romanın orta yerinde birden beliren ismiyle “Hay bin kunduz, nereden çıktı şimdi bu Olric?” yakarışlarımız, aslında romanın daha en başında Oğuz Atay tarafından cevaplandırılmıştır zaten. Ama birden, yoktan var olan Olric, gelişiyle Turgut’u bile şaşırtmıştır. Bir intiharın anatomisi kadar, “deliliğin tarihçesi”ni de inceden inceye işleyen romanda Olric’in ilk belirdiği an “Hayaletlerle boğuşuyorum,” diye söylenmişti Turgut, “Gün ışığına çıkarıp toz edeceğim onları.”. Oysa ilerleyen sayfalarla birlikte, önce bir uşak, bir arkadaş, sonraları bir efendi ya da “bekçinin bekçisi” olarak görürüz Olric’i. Kendine Hamlet rolü biçen Turgut’un soytarısı, kendini Don Kişot sanan Turgut’un silah arkadaşı Olric; baba-oğul-kutsal ruh üçlemesinin son halkasıdır.

Tanrı kompleksi denen ruhsal bozukluk, sahip olduğu tek ruhsal bozukluk olmamakla birlikte, Turgut’ta kendini göstermektedir. Yaptığı işi dünyadaki en önemli iş ve yegane görevi olarak gören Tanrımız Turgutçuğum Özben’e bu üçlemeden düşen rolün baba mı, yoksa oğul mu olduğuna karar vermek biraz güçtür aslında. Nitekim, Turgut’u küçük burjuva uykusundan uyandıran ve onu yarı Hamlet, yarı Don Kişot ve nihayetinde tam deli Turgut yapan Selim’in kendisi (ölümüdür). Fakat, Selim’in ölü olduğunu ve ölenin de oğul olduğunu düşünürsek, Selim bizim günahlarımız için ölmüştür ve zaten karman çorman saçlarının üzerinde taşıdığı dikenli taçla birlikte kendini İsa’ya benzeten de odur. Ölü bir oğul ve evlat acısı çeken bir Efendi ile birlikte, kutsal ruh Olric de girer hayatımıza. O bir yol gösterici ve bir yol arkadaşıdır. Üçlü tamamlanmış, Tutunamayanların incili böylece yazılmıştır.

Olric’in doğuşuyla birlikte delirişine tanık olmuşuzdur Turgut’un. “İnsan birden delirmez ya?” diye sorabiliriz kendimize. Sahi ya insan birden delirmez mi? Turgut’un delirdiği ana kadar aklıselim sahibi bir insan olduğunu düşünecek olursak, aslında delirdiği son ana kadar deli değildir oysa. Nasıl ki insan suçu kanıtlanana kadar masumsa, deliler de delirene kadar bir dâhidir belki. Delilikle dâhilik arasında ince çizginin çok yakınlarında seyreden Turgut, Olric’in doğuşuyla birlikte bu çizginin delilik tarafına kaymış, Selim’i bulmak için çıktığı yolculuktan Selim olarak ayrılana dek bir daha geri dönmemiştir.

Tutunamayanlar romanının tek tutunanıdır Olric. Öyle ki, Oğuz Atay’ın bir röportajında dediği gibi, aklını kaybettiği gibi kendini de kaybetmemek için Turgut bile ona tutunmuştur. Atay’a göre Selim Işık tutunmamıştır, çünkü tutunmak istememiştir. Yanlışlıkla tutunamamış ya da o tutunmaya çalışırken hayat parmaklarının arasından yağlı bir urgan gibi kayıp gitmemiştir. Kendi öz iradesiyle, öz benliğiyle tutunmaktan istifa etmiştir. Diğer yandan Turgut ise, tutunmak istemiş; insanlara eşyaya, perdelere, koltuklara, salon salamanjeye tutunmaya çalışmış, ama tutunamamıştır. Öte yandan Olric, Turgut’un birazcık olsun bir şeylere tutunabilen tek yanı olmuştur. Nietzsche’nin “Kendi omzuna tırman. Başka nasıl yükselebilirsin ki?” dediği gibi, Turgut’un tutunacağı bir omuz olmuş, Olric de Turgut’un omuzlarına tutunarak yükselmiştir. Tutunamama bataklığından kurtulabilmek için, Turgut ve Olric sırt sırta vermiştir.

Turgut Özben’in mektubunda, kendilerinden haber alınamayan Turgut ve Olric’in en son bir tren garında görüldükleri söylenir. Sınır dışı edilmemek için bir trenden diğerine atlamışlar ve böylece izlerini kaybettirmişlerdir. Selim’in yolculuğu çoktan bitmiş; ama Turgut ve Olric hâlâ bir trenden diğerine gezmektedirler. Bir şehirler arası tren yolculuğunda, bir istasyonda ya da yarısı yanmış bir garda, sırtında kitap dolu bir çuvalla gezen ve kendi kendine konuşan o adam vardır ya hani... O aslında kendi kendine değil, Olric’le konuşmaktadır. Eğer tutunamazsanız siz de, eğer bir trenden diğerine düşerse yolunuz, belki bir gün bir kara trende sizin de Turgutçuğum Özben’le kesişir yollarınız.


Kaynakça:

Atay, Oğuz. Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 1997
Aydın, İnci. Evrensel, 25.06.01

(Geçen seneki bir ders için hazırladığım bu incelemeyi paylaşmak istedim. Umarım beğenirsiniz, zira hoca pek beğenmemişti.)

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Tüm gün uyu.
Tüm gece otur.
Ders çalışma.
Ödev yapma.

Yaz okulunda paranla rezil ol.

True story.

Sevgili internet, ödevlerime başlayabilir miyim artık?
    

20 Temmuz 2011 Çarşamba

Çizim

Uzun zamandan sonra, tekrar merhaba. Bir süre önce bıraktığım çizim olayına tekrardan başlamak istedim. Bu da derste doğaçlama karaladığım bir şey. Özlemişim gerçekten. Ellere çalışmam lazım. Şu istediğim tersten tutuş pozisyonunu bir türlü veremedim.


19 Temmuz 2011 Salı

Yıldız Tozu, Fildişi, Altın

rüya gibi bir şey bu
rüya içinde rüya
eğer ölsem şimdi
tam şu anda
hiç acımaz canım
pişmanlık duymam
yitip giden bir hayatın acısını götürmem yanımda

Elimizde bunlar var:

random (7) çeviri (7) niteliksiz bilgi (6) sevgili günlük (6) dimi (5) final haftası (5) translation of poetry (5) şiir (5) şimdi reklamlar (5) ateizm (3) hayatım sikildi (3) kısa öykü (3) nazım hikmet poems in english (3) poetry (3) sex (3) yemek tarifleri (3) öyküler (3) Muse (2) TV (2) aşk (2) blog (2) denemeler (2) din (2) ewan mcgregor (2) istanbul (2) izmir (2) kadın erkek ilişkileri (2) linguistics (2) poème (2) çizim (2) 3D (1) 40. izleyici (1) BÜMAK (1) NY (1) abazanlık (1) aids (1) aile (1) ajda pekkan (1) alıntı (1) amerika vs. türkiye (1) ananas (1) anket (1) avatar (1) ayrılık (1) aşk-ı memnu (1) bilinmeyen gerçekler (1) bir günah gibi (1) bira (1) burger king (1) ceci n'est une pipe (1) curt wild (1) duman (1) facebook (1) filistin (1) film (1) fransızca (1) français (1) freud (1) gaykedi (1) gel gör beni (1) gramer (1) hamster yemi (1) hastalık hastası (1) hayat (1) ikea (1) inekler (1) internet (1) israil (1) itü sözlük (1) kalbim ege'de kaldı (1) kelimeler (1) kendime not (1) kilyos (1) krema (1) kızarmış ekmek (1) lover you should've come over (1) martin luther king (1) mcdonalds (1) mid-term (1) müzik (1) oasis (1) olmayan adam (1) olric (1) oscar wilde (1) pasta (1) pastafaryan ne demek (1) patlıcanlı kabaklı makarna (1) pedofili (1) pedophile beards (1) psychology 101 (1) rapist glasses (1) sportsfest (1) star wars (1) steakhouse (1) sıçtın mavisi (1) texas (1) the ballad of reading gaol (1) the x files (1) to-do list (1) tutunamayanlar (1) usa (1) var olmak (1) velvet goldmine (1) video (1) webstats (1) yorum denetimi (1) yunanistan (1) yunus emre (1) çürük raporu (1) ödev (1) özgürlük (1) öğrenci evi (1)
 

Blog Template by YummyLolly.com - RSS icons by ComingUpForAir