Traduttore traditore?
Otomatik Portakal filmini izlerken ya da Tevfik Fikret’in evindeki “Sis” tablosuna bakarken, bu sanat eserlerinin birer film ya da resim olmaktan öte, bir çeviri örneği olduğunu düşündünüz mü hiç?
Çeviri denince ilk akla gelen yabancı dilde bir metnin alınıp aynen Türkçeye aktarılması, hem de bunun mümkün olduğunca kaynak metne en sadık şekilde yapılması. Fakat bir senaryonun film hâline getirilmesinden, bir kitabın tiyatroya uyarlanmasına; bir şiirin resme dönüşmesinden, Yunan harflerinin Latin alfabesiyle yazılmasıyla oluşan Greeklish’e kadar hayatımızın pek çok alanında karşılaştığımız yazılı, sözlü, görsel sanat örnekleri aynı zamanda birer çeviri aslında.
Peki kültürel hayatın bu denli önemli bir parçasını oluşturan çeviri, modern hâlini almadan önce hangi aşamalardan geçti? Yani çevirinin kendi hayatının dönüm noktaları nelerdi?
Çeviri söz konusu olduğunda, bahsedilmemesi büyük bir gaflet olacak iki kilometre taşı vardır çeviri tarihinde: Rosetta Taşı ve Martin Luther’in İncil çevirisi. Artık sözlü çeviri de çevirinin ayrı bir kolu olarak görüldüğüne göre, II. Dünya Savaşı’nı da bu listeye eklemek yersiz olmayacaktır.
Söze öncelikle Rosetta Taşı’yla başlamak istiyorum. Buluntularına rastalanan ilk çeviri örneği olmasa da, tarih süreci içerisinde taşıdığı önemden dolayı çeviri sanatının başlangıcı olarak kabul edilmiştir Rosetta Taşı. Fransızlar tarafından bulunduğu köy olan Rosetta(ya da Reşit) ismiyle anılan bu taşın üzerindeki ferman Mısır yerlilerinin kullandığı dil, Hiyeroglif yazısı ve Antik Yunanca olmak üzere üç ayrı dilde yazılmıştır. Antik Yunanca metin yardımıyla Hiyeroglif yazısı çözümlenmiş ve graniten yapılma Rosetta Taşı’nın çevirisi, Mısır Bilimi’nin başlangıcı olmuştur. Helenistik bir hanedanlık olan Ptolemaios hükümdarlarından biri tafarından, İskender’in Mısır’ı fethinden sonra yaptırılan taş, iki kültürün, ayrı dilleri konuşan iki insanın bir araya gelmesinin kaçınılmaz sonucunu gösteriyor bize: Çeviri.
Çevirinin tarihte bıraktığı ikinci büyük ayak izi ise, kuşkusuz, Martin Luther’in İncil’i Almancaya çevirmesi ve ardından başlayan Reform hareketleridir. Dini halkın kaymak tabakasının tekelinde olmaktan kurtaran ve eski, çürümüş gelenekleri topyekün kaldırıp Hıristiyanlık adına yeni bir çağ başlatan Reform, çeviri sayesinde başlamış ve devam etmiştir. Rosetta Taşı örneğinde olduğu gibi, Martin Luther’in İncil’i de Almanca’ya çevrilen ilk İncil değildir; fakat günlük dile uyarlanmış olması ve Katolik Kilisesi’nin ya da başka herhangi bir kurumun şahsi çıkarlarına hizmet etmemesi onu diğer İncil çevirilerinden ayrı bir yere koymaktadır . Yine iki farklı dilin, iki benzersiz kültürün karşılaştığı an araya girip, bu iki ucu aynı noktada birleştiren aracı, Hıristiyanlığın bir diğer mesihi çeviri olmuştur.
Son olaraksa, II. Dünya Savaşı modern çevirinin şu anki konumuna gelmesinde önemli rol oynamıştır. Bu savaşın muhtemelen yegane olumlu sonucu olan “sözlü çeviri” ya da “simultane çeviri”, II. Dünya Savaşı’nın ardından yazılı çeviriden ayrılmış, yeni bir dal olarak varlığı tescillenmiştir. Günümüzde gittikçe yaygınlaşan Makine Çevirisi de II. Dünya Savaşı’nın bir başka getirisidir. Japon radyo yayınlarında açıklanan saldırı koordinatlarını anında İngilizceye çevirecek insanların gerekliliği, simultane çeviri timleri oluşmasına sebep olurken, Rus savaş esirlerinin sorgulanması için gereken sözlü çevirmen ihtiyacı bu çabayı desteklemiştir. Yine Japonların kullandığı şifreleme sistemini çözmek ve metinleri deşifre etmek için gereken mekanik zeka ve güç ihtiyacı, günümüzde İnternet üzerinde sayısız örneği bulunan çeviri makinelerinin doğuşuna zemin hazırlamıştır. Her ne kadar, güvenilir bir erek metin sunmaktan aciz de olsalar; Google Translate örneğinden de anlaşılabileceği gibi, makina çevirileri anafikir elde etmek için gayet yeterli veri tabanları oluşturabilmektedir.
Rosetta Taşı’nın keşfinden beri sayısız evrimden geçen ve dünyayı yerinden oynatan çeviri, günümüzde üniversiterde bir bilim dalı olarak okutulmaktadır. Eskiden iki dil bilen her insanın yapabileceği bir meslek addedilen çeviri, artık yalnızca bu işin ehli kişilerce icra edilmesi gereken yeni bir sanat dalı hâlini almıştır. Bir metnin başka dile aktarılmasından öte; kendi alanında kitaplar dolusu teori ve teknikleri bulunan çeviri sanatı, kültüriçi ve kültürler arası iletişim ve etkileşimin birinci aracı olarak yerini korurken, aynı zamanda her dil gibi değişmekte, gelişmekte, bir yandan can verirken, diğer yanda yeniden filizlenmektedir.
Şimdilerde Modern Türk çevirisinin en büyük ihtiyacı ise, Shakespeare’in meşhur “olmak ya da olmamak” dizelerine bakıp, “Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin?” diyebilecek eski toprak ve yeni kandır.
9 yorum:
Kötü çeviri kesinlikle çin işkencesi yerine geçer.
Geçmez demedim kiii pışııık :)) :P
Beğendim yazıyı ve şunu fark ettim; insanlar zorda kalmadıkça ya da kendi bildiklerini birilerine zorla kabul ettirme hırsına girmedikçe, kendilerinden başka pek bir şeyi önemsemiyorlar.
Aslında uzunca bir yorum yazmıştım da, boşuna kafa bulandırmaya gerek yok..
Yazıyı beğenmene sevindim, çok tşkler. SUS dergisi için yazdım, bilmiyorum yayımlanıcak mı. :) Ama yorumla yazı arasında bağlantıyı kuramadım. Bilemedim ben onu. :')
İskender Mısır'ı fethediyor, çeviri önemli oluyor; Hristiyanlık çıkıyor, çeviri önemli oluyor; 2. Dünya Savaşı çıkıyor, çeviri önemli oluyor.. Ayrıca 2. Dünya Savaşı'nda bilim adamları ve şifreleri çözen matematikçiler de önemli oluyor.. Bu önemi de aşıyor ve dönüm noktası denebilecek kadar bir anda ilerliyor. Yazına biraz farklı açıdan baktım, biliyorum; ama çok dikkatimi çekiyor.
Aha! Şimdi anladım. Güzel bi yaklaşım olmuş, ben hiç böyle düşünmemiştim. Güzel bi yaklaşım olmuş. Belki biraz da bunun üstüne gitmek lazım. Belki bi daha bi şeyler yazarsam çeviri hakkında, bi de bu açıdan yaklaşabilirim.
Çeviribilim okuyorum da ben... Eninde sonunda yazarım bi yazı daha mecburen. :))
Laz'ın aklına ya kaçarken, ya sıçarken muhabbeti Teorik Deli'nin dediği. Zaten temel işleyiş de bunun üzerinedir ki böyle olması da beklenir. Öncelikle bir problem açığa çıkmalı ki bir çözüm de ardından gelebilsin. Hiçbir buluşun öyle bir anda akla geldiğini sanmıyorum. Bir amaca hizmet etmedikten sonra keşfin ne anlamı var. Bu yazı olaya sadece çeviri noktasından bakıyor ama her durum için bu işleyiş bu şekilde değil mi zaten?
Evet, mantıklı... Buluş meselesinde sana katılıyorum. İnsan kendi kendine oturduğu yerde icat yapmaz heralde. Önce bi ihtiyacı olması, bi şeyden rahatsız olması lazım, ki yeni bi şey bulsun ya da olanı düzeltmeye çalışsın. Ya ben ne mal bi insanım bu yazıyı yazarken hiç böle şeyler gelmiyo aklıma. Yazdım geçtim. Ama sizden ne yorumlar geldi, şaşırdım valla. Helal olsun. :D
Evet, bir şey bulmadan veya yapmadan önce buna ihtiyaç olması lazım; ancak büyük çoğunlukla bu ihtiyacın başka toplumları yok etmeye yönelik olması beni rahatsız eden.. Mesela Tesla'yı düşünürsek, o kadar büyük şeyler yapmıştır ki gunümüzde kullandığımız hemen her şeyde imzası var; tanınmayı pek istemedi, tanınmadı da. Günümüzde bir anda popülerliği arttı, sebebini bilmiyorum; ama teknolojimizin Tesla'nın icatlarına yaklaşması yüzünden olmasından korkuyorum.. Bir büyük adamı daha savaşla damgalayacaklar; ancak çok tanınacak. Tesla tamamiyle kendi kendine oturduğu yerde (ya da yürürken kafasında) icat yapan biriydi.. Bu şekilde yasamış eminim bir çok kişi vardır. İlgi ve bilgi alanım bilim ve teknoloji olduğundan yalnızca bu kişilerle ilgili örnek verebiliyorum; ama başka işle meşgul olan bu tip insanlar da vardır, olmak zorunda..
Yorum Gönder