KIRILMA
Hiçbir zaman, katil olabileceğime ihtimal vermemiştim. Bir insanı öldürmek fikri tahayyülümün tamamen dışında, bana o kadar uzak bir düşünceydi ki! Değil bir insanı, herhangi bir canlıyı bile arzum dahilinde canından etmemiştim, ezdiğim böcekleri saymazsak. Hatta bu dünyada saygıyı en çok hak eden “hak” yaşama hakkıydı benim için. Şimdi bunlardan bahsetmenin bir anlamı yok, biliyorum, ama yine de beni yanlış tanımanızı istemezdim. İşte bu yüzden bunları bir bir anlatıyorum size. Pireli bir kedi yavrusuyla bir savaş suçlusunun farkı yoktu gözümde, tabi iyi anlamda. Yani ikisi de bir o kadar canlıydı ve bir kere başlamış bulundukları bu hayatı sürdürmeye eşit düzeyde hakları vardı.
İşin ilginç yanı ise, o olaydan beri, yani kendim ve dünya hakkında düşündüğüm her şeyin tersini bir anda kendime ispat ettiğim o andan beri, kafamdaki bu fikir hiç ama hiç değişmedi. Tüm yaşayanlar, eşit olarak ve eşit şekilde yaşamayı hâk ediyorlar hâlâ nazarımda. Ama anlam veremiyorum. Beni buna yapmaya iten şeyi, o duyguyu veya o içgüdüyü sanırım asla anlamlandıramayacağım. Bu durumu açıklayabilecek tek sözcük geliyor aklıma uzun bir kafa yormanın ardından: kırılma. Zamanın ve mantığın bir anda kırılması, iki parçaya ayrılması, bu iki parça arasında sizin bambaşka bir kimliğe bürünüp gerçekleştirdiğiniz bu eylem ve ardından hiçbir şey olmamış gibi zamanın kaldığı yerden devam etmesi. Kırılmadan kastım budur.
Anlık bir delilik, cinnet ya da öfke nöbeti gibi sıradan ama yeterli kavramlarla da açıklayabilirdim başıma gelen şeyi, oysa bu yalnızca kolaya kaçmak olurdu. Ben, şimdiki aklımla biliyorum ki hiçbir şey basit bir cinnetten ibaret değil. Her şey bir neden için gerçekleşiyor, biz bu nedenden bihaber dahi olsak. Bir delinin veya aşırı iyimser bir kişinin zırvaları gibi gelecektir bu sözler kulağa, tahmin edebiliyorum. İyimserliği delilikle eş tutmak istemem tabi. Delilik, hakkında yüzlerce kitap yazılmış bir haddinden fazla yaratıcılık hâlidir, iyimserlik ise salaklığın halk arasındaki adı. Ama tüm bu süreç içerisinde sizden emin olmanızı isteyeceğim tek şey, bilmiyor bile olsa her şeyin daha büyük, daha güzel bir sebep uğruna gerçekleştiği. Hey şeyin. Aklınızın alabileceği her şey.
Artık o güne, hatta belki de o saate dönmek istiyorum, çok bile oyalandım bu girizgah mevzusuyla. Çoğunuzun gözünde aşağılık bir insan olduğumu, hatta bana insan demenin neslimin geri kalanına hakaret olduğunu düşündüğünüzün farkındayım. Bu nefret ve iğrenme, yabancı olduğum duygular değil. Yıllardır görüyorum onları bana bakan herkesin suratında. Ama yine de bilmenizi istiyorum ki, ben de bir zamanlar aşıktım ve dünyanın en büyük aşkıydı benimkisi. Biricik sevgilimin altın sarısı saçları için yazdığım dizelerden destan, onun dudağının kenarında bir anlık tebessüm görebilmek için döktüğüm dillerden roman olurdu. Teninin her zerresi küçük, minicik bir pıtlantı tanesiydi benim için ve dokunmaya kıyamazdım ona incileri dökülmesin diye. Kat kat giysileri altın varak, gözleri yüz on karat kakma zümrüt gibiydi. Öyle güzel, öyle büyüleyici bir varlıktı ki o, dudağından süzülen bir “of” sesi uğruna, dünyadaki denizleri dağlarla yer değiştirebilirdiniz ve eğer memnun kalmazsa, tekrardan yerine koyardınız hepsini. Sırf o mutlu olsun, sırf onun yanağındaki kiraz çiçeği ile gözlerindeki mercan mavi solmasın diye.
Bazısı bu ayrıntıları hatırlayacağımı düşünmez, ama dün gibi hatırlarım ben. Sol yanağında bir gamzesi vardı güzeller güzeli kraliçemin ve tam göbek deliğinin yanında küçük, tırnak kadar bir doğum lekesi. Hatta en çok da bu lekeyi hatırlıyorum işte. Çünkü aşkımınızn canlı bir kanıtı olarak görür, diğer her yerinden daha çok severdim o minnacık lekeyi. Sütlü kahve renginde, tatlı mı tatlı bir lekeydi, onu bu kadar özel yapan şey ise sahip olduğu, elle çizilmiş gibi mükemmel kalp şekliydi. Onu camın önündeki kanepeye yatırır, öper, öper, öperdim bu kalbi sanki olduğu yerden söküp almak istermiş gibi. Biriciğim, aşkım ise dünya ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi gülererek eşlik ederdi öpücüklerime. İkimiz birlikte, dünyanın en güzel şarkısını mırıldanan iki cennet papağanıydık sanki. Eğer bir göktaşı düşse, Vikingler ülkeyi istila etse ya da Uçan Spagetti Canavarı bir peygamber gönderse, bundan haberi olacak son insanlar biz olurduk. Demek istediğim, bu denli habersiz ve umursamaz bir tavır içerisindeydik bizim dışımızdaki her şeye karşı.
Ama size anlatmak istedikler bunlar değil. Hâlâ o günleri gözlerim dolmadan yad edemem, ama bazen keşke diyorum, keşke anlatacaklarım bunlar olsaydı...
O gün de, yazın ilk günlerinde olduğu gibi, pırıl pırıl bir güneş vardı gökyüzünde. Az evvel yağmur yağmış olmalıydı, çünkü verandadaki çiçekler ustalıkla işlenmiş bir elmas edasıya parlıyordu sevgilim ahşap oyma kapıdan içeriye adımını atarken. Hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu, göz bebekleri neşe saçıyordu ve dudakları fırından yeni çıkmış çilekli turta gibi tatlı tatlı pırıldıyordu, üstelik karşı konulamaz bir lezzetteydi. Onu kucağıma aldığımda savrulan saçları, ilkbaharda en yüksek dağın eteklerinden toplanmış nadide çiçekler ve taze kekik gibi kokuyordu; ta çocukluğumda kalmış hayallerimi tekrar canlandırıyordu bu koku ve tat şöleni. İçlerinden en güzeli ise, adımı söyleyip kahkalara boğulurken sesindeki o tınıydı. Yine bir bahar sabahı, erik yeşili çimlerle kaplı bir yamaçta uzanırken etrafınızda uçuşan serçe ve kırlangıç seslerine uzaktan eşlik eden, heniz üç haftalık yavru keçilerin çıngırak seslerini hayal edin. İşte kulağıma adımı gülücükler arasında fısıldayan bu ses, ondan on kat daha huzurlu ve neşeliydi. Durmaksınızın adımı tekrar ediyordu, kulaklarım yanıyordu sesinin güzelliğinden.
Her şey o kadar insanüstü, olağan dışı ve mükemmeldi ki, aklımda tek bir düşünce vardı. Zamanı tam o anda durdurmak istiyordum. Kollarımın arasındaki bu tanrıça bedeni hep orada kalsın ve sonsuza kadar adımı mırıldansın istiyordum. Burada, bu mutluluk anında donup kalalım, zaman içerisinde taşlaşıp dünyadaki en harika sanat eseri hâline gelene kadar da orada duralım istiyordum. Hiç olmadığım kadar hayat dolu olduğum o an, ölüm hiç bu kadar görkemli görünmemişti bana. Evet, evet, ölmek istiyordum; ölmek ve ardından sonsuz hayatımı yalnızca bu an içinde tekrar ve tekrar yaşamak! Dünya parçalanana, evren son haddine kadar genişleyip patlayana ve eğer bir yerlerde bir Tanrı varsa, o bile son nefesini verip hiçliğe dönüşene kadar ben bu mutluluk anında var olmalı ve sonsuza dek yaşamalıydım. Son arzum buydu işte. Ölümü ve ölümsüzlüğü aynı anda, tek bedende fethetmek!
Kafamda tüm bunlarla, ne yaptığımın farkında olmaksızın sarıldım dünyalar güzeli aşkımın kuğu zerafetindeki boynuna. O bembeyaz boyunda kalın, boğumlu parmaklarımın mor bir izi çıkana kadar bastırdım. Ellerim ateş gibi yanıyordu, ama asla durmayı düşünmüyordum. Tek gördüğüm o şekilli, kan kırmızısı ağızdı. Hâlâ adımı söylemeye çalışıyordu. Fakat ne demek istediğinin benim için bir önemi yoktu artık, yalnızca dudaklarının hareketini gözlüyordum avuçlarımın arasında daha da sıkarken incecik boynunu. Tüm gücümle bastırdım, bastırdım gözlerimden düşen bir damla yaş sevgilimin kiraz çiçeği rengini tonbeton kaybeden kadife yanaklarını yalayıp geçerken. O zaman fark ettim işte o kan kırmızı ağzın artık tek bir hareket dahi etmediğini ve yaşamın bu narin bedeni terk edip gittiğini. Avuçlarımı hasır örgü tavanın ardındaki gökyüzüne açıp, duyup duyabileceğiniz en korkunç kahkahayı atarken mutluydum, yeryüzündeki hiçbir insanın olmadığı kadar mutlu. Her şey başladığı hızla bitti, fakat bir an için bile olsa sonsuzluğu kavramıştı bu eller. Oysa daha evvel yaşayanların hiçbirine bahşedilmemiş bir lütuftu bu.
Şimdi bu sözleri yazarken, yüzünüzün aldığı şekli gözümde canlandırabiliyorum. Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz, fakat bu güzel bir şey. Çünkü daha önce de dediğim gibi, delilik anlaşılamayan aşırı yaratıcılık hâlinden başka bir şey değildir. Yazdıklarımı olduğu gibi kabul etmek ya da son zerresine kadar reddetmekte özgürsünüz. Bilmenizi isterim ki, ben burada cezamı her gün çekiyorum, her gün bu parmaklıklar ardında tüm hayatımın değiştiği o günü düşünüyorum ve sırf sizler içimde ufacık bile olsa bir iyilik parçası olduğuna inanasınız diye yaptıklarım için pişmanlık duymaya çalışıyorum. Fakat biricik kraliçemin kucağına uzanmış, onun susmak bilmek sesinden adımı tekrar ve tekrar işitirken kulaklarım ve kapandıkları anda mercan mavisi gözleriyle buluşurken gözlerim, sonsuzluğun gerçekten var olmadığına inanmamı nasıl bekleyebilirsiniz? Aklımı kaçırdığımı da düşünseniz, eminim, sonsuzluk var ve konuşuyor, adımı söylüyor bana.
Her şey bir neden uğruna gerçekleşir, biliyorum ve eğer bu benim lanetimse onunla birlikte ömrümün her gününü geçirmeye razıyım bu dört duvar arasında.
Sonsuza kadar.
İşin ilginç yanı ise, o olaydan beri, yani kendim ve dünya hakkında düşündüğüm her şeyin tersini bir anda kendime ispat ettiğim o andan beri, kafamdaki bu fikir hiç ama hiç değişmedi. Tüm yaşayanlar, eşit olarak ve eşit şekilde yaşamayı hâk ediyorlar hâlâ nazarımda. Ama anlam veremiyorum. Beni buna yapmaya iten şeyi, o duyguyu veya o içgüdüyü sanırım asla anlamlandıramayacağım. Bu durumu açıklayabilecek tek sözcük geliyor aklıma uzun bir kafa yormanın ardından: kırılma. Zamanın ve mantığın bir anda kırılması, iki parçaya ayrılması, bu iki parça arasında sizin bambaşka bir kimliğe bürünüp gerçekleştirdiğiniz bu eylem ve ardından hiçbir şey olmamış gibi zamanın kaldığı yerden devam etmesi. Kırılmadan kastım budur.
Anlık bir delilik, cinnet ya da öfke nöbeti gibi sıradan ama yeterli kavramlarla da açıklayabilirdim başıma gelen şeyi, oysa bu yalnızca kolaya kaçmak olurdu. Ben, şimdiki aklımla biliyorum ki hiçbir şey basit bir cinnetten ibaret değil. Her şey bir neden için gerçekleşiyor, biz bu nedenden bihaber dahi olsak. Bir delinin veya aşırı iyimser bir kişinin zırvaları gibi gelecektir bu sözler kulağa, tahmin edebiliyorum. İyimserliği delilikle eş tutmak istemem tabi. Delilik, hakkında yüzlerce kitap yazılmış bir haddinden fazla yaratıcılık hâlidir, iyimserlik ise salaklığın halk arasındaki adı. Ama tüm bu süreç içerisinde sizden emin olmanızı isteyeceğim tek şey, bilmiyor bile olsa her şeyin daha büyük, daha güzel bir sebep uğruna gerçekleştiği. Hey şeyin. Aklınızın alabileceği her şey.
Artık o güne, hatta belki de o saate dönmek istiyorum, çok bile oyalandım bu girizgah mevzusuyla. Çoğunuzun gözünde aşağılık bir insan olduğumu, hatta bana insan demenin neslimin geri kalanına hakaret olduğunu düşündüğünüzün farkındayım. Bu nefret ve iğrenme, yabancı olduğum duygular değil. Yıllardır görüyorum onları bana bakan herkesin suratında. Ama yine de bilmenizi istiyorum ki, ben de bir zamanlar aşıktım ve dünyanın en büyük aşkıydı benimkisi. Biricik sevgilimin altın sarısı saçları için yazdığım dizelerden destan, onun dudağının kenarında bir anlık tebessüm görebilmek için döktüğüm dillerden roman olurdu. Teninin her zerresi küçük, minicik bir pıtlantı tanesiydi benim için ve dokunmaya kıyamazdım ona incileri dökülmesin diye. Kat kat giysileri altın varak, gözleri yüz on karat kakma zümrüt gibiydi. Öyle güzel, öyle büyüleyici bir varlıktı ki o, dudağından süzülen bir “of” sesi uğruna, dünyadaki denizleri dağlarla yer değiştirebilirdiniz ve eğer memnun kalmazsa, tekrardan yerine koyardınız hepsini. Sırf o mutlu olsun, sırf onun yanağındaki kiraz çiçeği ile gözlerindeki mercan mavi solmasın diye.
Bazısı bu ayrıntıları hatırlayacağımı düşünmez, ama dün gibi hatırlarım ben. Sol yanağında bir gamzesi vardı güzeller güzeli kraliçemin ve tam göbek deliğinin yanında küçük, tırnak kadar bir doğum lekesi. Hatta en çok da bu lekeyi hatırlıyorum işte. Çünkü aşkımınızn canlı bir kanıtı olarak görür, diğer her yerinden daha çok severdim o minnacık lekeyi. Sütlü kahve renginde, tatlı mı tatlı bir lekeydi, onu bu kadar özel yapan şey ise sahip olduğu, elle çizilmiş gibi mükemmel kalp şekliydi. Onu camın önündeki kanepeye yatırır, öper, öper, öperdim bu kalbi sanki olduğu yerden söküp almak istermiş gibi. Biriciğim, aşkım ise dünya ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi gülererek eşlik ederdi öpücüklerime. İkimiz birlikte, dünyanın en güzel şarkısını mırıldanan iki cennet papağanıydık sanki. Eğer bir göktaşı düşse, Vikingler ülkeyi istila etse ya da Uçan Spagetti Canavarı bir peygamber gönderse, bundan haberi olacak son insanlar biz olurduk. Demek istediğim, bu denli habersiz ve umursamaz bir tavır içerisindeydik bizim dışımızdaki her şeye karşı.
Ama size anlatmak istedikler bunlar değil. Hâlâ o günleri gözlerim dolmadan yad edemem, ama bazen keşke diyorum, keşke anlatacaklarım bunlar olsaydı...
O gün de, yazın ilk günlerinde olduğu gibi, pırıl pırıl bir güneş vardı gökyüzünde. Az evvel yağmur yağmış olmalıydı, çünkü verandadaki çiçekler ustalıkla işlenmiş bir elmas edasıya parlıyordu sevgilim ahşap oyma kapıdan içeriye adımını atarken. Hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu, göz bebekleri neşe saçıyordu ve dudakları fırından yeni çıkmış çilekli turta gibi tatlı tatlı pırıldıyordu, üstelik karşı konulamaz bir lezzetteydi. Onu kucağıma aldığımda savrulan saçları, ilkbaharda en yüksek dağın eteklerinden toplanmış nadide çiçekler ve taze kekik gibi kokuyordu; ta çocukluğumda kalmış hayallerimi tekrar canlandırıyordu bu koku ve tat şöleni. İçlerinden en güzeli ise, adımı söyleyip kahkalara boğulurken sesindeki o tınıydı. Yine bir bahar sabahı, erik yeşili çimlerle kaplı bir yamaçta uzanırken etrafınızda uçuşan serçe ve kırlangıç seslerine uzaktan eşlik eden, heniz üç haftalık yavru keçilerin çıngırak seslerini hayal edin. İşte kulağıma adımı gülücükler arasında fısıldayan bu ses, ondan on kat daha huzurlu ve neşeliydi. Durmaksınızın adımı tekrar ediyordu, kulaklarım yanıyordu sesinin güzelliğinden.
Her şey o kadar insanüstü, olağan dışı ve mükemmeldi ki, aklımda tek bir düşünce vardı. Zamanı tam o anda durdurmak istiyordum. Kollarımın arasındaki bu tanrıça bedeni hep orada kalsın ve sonsuza kadar adımı mırıldansın istiyordum. Burada, bu mutluluk anında donup kalalım, zaman içerisinde taşlaşıp dünyadaki en harika sanat eseri hâline gelene kadar da orada duralım istiyordum. Hiç olmadığım kadar hayat dolu olduğum o an, ölüm hiç bu kadar görkemli görünmemişti bana. Evet, evet, ölmek istiyordum; ölmek ve ardından sonsuz hayatımı yalnızca bu an içinde tekrar ve tekrar yaşamak! Dünya parçalanana, evren son haddine kadar genişleyip patlayana ve eğer bir yerlerde bir Tanrı varsa, o bile son nefesini verip hiçliğe dönüşene kadar ben bu mutluluk anında var olmalı ve sonsuza dek yaşamalıydım. Son arzum buydu işte. Ölümü ve ölümsüzlüğü aynı anda, tek bedende fethetmek!
Kafamda tüm bunlarla, ne yaptığımın farkında olmaksızın sarıldım dünyalar güzeli aşkımın kuğu zerafetindeki boynuna. O bembeyaz boyunda kalın, boğumlu parmaklarımın mor bir izi çıkana kadar bastırdım. Ellerim ateş gibi yanıyordu, ama asla durmayı düşünmüyordum. Tek gördüğüm o şekilli, kan kırmızısı ağızdı. Hâlâ adımı söylemeye çalışıyordu. Fakat ne demek istediğinin benim için bir önemi yoktu artık, yalnızca dudaklarının hareketini gözlüyordum avuçlarımın arasında daha da sıkarken incecik boynunu. Tüm gücümle bastırdım, bastırdım gözlerimden düşen bir damla yaş sevgilimin kiraz çiçeği rengini tonbeton kaybeden kadife yanaklarını yalayıp geçerken. O zaman fark ettim işte o kan kırmızı ağzın artık tek bir hareket dahi etmediğini ve yaşamın bu narin bedeni terk edip gittiğini. Avuçlarımı hasır örgü tavanın ardındaki gökyüzüne açıp, duyup duyabileceğiniz en korkunç kahkahayı atarken mutluydum, yeryüzündeki hiçbir insanın olmadığı kadar mutlu. Her şey başladığı hızla bitti, fakat bir an için bile olsa sonsuzluğu kavramıştı bu eller. Oysa daha evvel yaşayanların hiçbirine bahşedilmemiş bir lütuftu bu.
Şimdi bu sözleri yazarken, yüzünüzün aldığı şekli gözümde canlandırabiliyorum. Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz, fakat bu güzel bir şey. Çünkü daha önce de dediğim gibi, delilik anlaşılamayan aşırı yaratıcılık hâlinden başka bir şey değildir. Yazdıklarımı olduğu gibi kabul etmek ya da son zerresine kadar reddetmekte özgürsünüz. Bilmenizi isterim ki, ben burada cezamı her gün çekiyorum, her gün bu parmaklıklar ardında tüm hayatımın değiştiği o günü düşünüyorum ve sırf sizler içimde ufacık bile olsa bir iyilik parçası olduğuna inanasınız diye yaptıklarım için pişmanlık duymaya çalışıyorum. Fakat biricik kraliçemin kucağına uzanmış, onun susmak bilmek sesinden adımı tekrar ve tekrar işitirken kulaklarım ve kapandıkları anda mercan mavisi gözleriyle buluşurken gözlerim, sonsuzluğun gerçekten var olmadığına inanmamı nasıl bekleyebilirsiniz? Aklımı kaçırdığımı da düşünseniz, eminim, sonsuzluk var ve konuşuyor, adımı söylüyor bana.
Her şey bir neden uğruna gerçekleşir, biliyorum ve eğer bu benim lanetimse onunla birlikte ömrümün her gününü geçirmeye razıyım bu dört duvar arasında.
Sonsuza kadar.