31 Mayıs 2010 Pazartesi
Koegzist...
Perşembe günü 2. finalim var. İlki Fransızcaydı, malumunuz üzere sıçanzi. İkincisi de Lexis, öküz gibi ezber demek oluyor bu ve benim çarşambaya çevirim, cumaya ödev teslimi var. Üstelik perşembe-cuma-cumartesi şeklinde üçlü final kombosu var (c-c-c-combo breaker!). Ama bu haftayı atlatınca rahatlayacağım, ona seviniyorum. Haftaya da bir zor bir kek olmak üzere iki final olunca, içim rahatlıyor biraz. Hepsi birden çıksın da kurtulalım nihayetinde.
Bu kadar kendimden bahsetmek yeter, biraz da gündeme dönelim. Genelde politika yazdığım, politika konuştuğum, hatta politikadan anladığım söylenemez. Hakkında konuşabilmek için oldukça fazla okuma, bilgi ve genel kültür gerektiğini düşündüğüm tüm şeyler gibi, bu konuda sessiz kalmayı tercih ediyorum. Tamam cahilim, ama anlamadığım konuda konuşacak kadar da cahil değilim hani. Hem hayatta daha güzel şeyler var, bir Nazım Hikmet'ten ziyade, bir Oscar Wilde'ım ben. Aşkın, acının, pisliğin, zevkin, sefahatın ve tembelliğin içine tavuk pane gibi bulanmış yatıyorum. Ekonomi, politika ve mühendislik: beni aşan şeyler bunlar:).
Bu kadar savsaklamanın ardından işin aslına geleyim: İsrail'in Filistin yardım konvoyuna saldırısı (sözüm ona müdahalesi). Herkes bir şekilde Facebook'tan tepki veriyor -ki bence biraz gereksiz bir olay, ama kendim FB üzerinden çok daha gereksiz işler yaptığım için buna bir şey demiyorum. Bir arkadaşın iletisi dikkatimi çekti, Hitler'den alıntı yapmış: "Bir gün öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz!" demiş. Gördüm, hass... oldum. İsrail'in Filistin'e karşı tutumunu destekleyen biri değilim, çünkü insanın insanı öldürmesini hiçbir şekilde haklı bulmuyorum ve bunu insanlık suçu işlemiş kişilerin -örneğin Apo'nun- idam edilmesi de dahil. Hiçbir kimsenin bir diğerini öldürmeye hakkı olmadığı gibi din, devlet, para, -izmler ya da başka herhangi bir şey insana bu hakkı veremez.
Peki İsrail'in bir Yahudi devleti olması ve Filistin'le çatışması ya da bu yardım konvoyuna saldırması, Hitler gibi on binlerce insanın canına keyfiyen kıymış ve bunu en aşağılık şekilde yapmış bir adamı haklı mı çıkarır? İsrail bütün Filistin halkını da katletse, hiçbir kuvvet bana Hitler'den alıntı yaptıramaz, Hitler adını saygıyla andıramaz. İsrail tüm Filistin'i katletse diyorum, bana kızabilirsiniz. Ben bunu Filistinliler Yahudilerden daha az insan olduğu için söylemiyorum, ama esir kamplarında can çekişen, gaz olarında katledilen, fırınlar da yakılan Yahudiler de Filistinlilerden daha az insan değildi.
Nefret insani bir duygu, hepimizin içinde biraz var. Önemli olan onu nereye yönlendireceğini bilmek ve ona göre hareket etmek. Sırf İsrail'in Filistin'e saldırıları yüzünden, geçtiğimiz yüzyılın ve dünya tarihinin en kanlı katilinin yazılarını dayamayalım birbirimizin burnuna. Yönetimde olanların, güç, para sahiplerinin, yeni dünya liderlerinin günahlarıyla halkları, milletleri, inançları ipe götürmeyelim. O kadar eminim ki İsrail halkında yönetime zehir zemberek saydıran kocaman bir kitle olduğuna. Hrant Dink suikastında hiçbirimizin mi içi yanmadı sanki? Evleri yağmalanan, kiliseleri yakılan, sokak ortasında taşlanan Rumlara hiçbirimiz mi üzülmedik? Neden şimdi tüm Yahudileri katledemedi diye Hitler'in lanetli adını anmalı? Yahudinin suçu değil Yahudi olmak, çünkü Yahudi olmak bir suç değil, tıpkı müslüman ya da ateist olmak gibi. Tıpkı İsrailli, Filistinli ya da Türk olmak gibi.
Bu gördüklerimiz... Savaş. Başka bir şey değil. Savaşın kirli yüzü ve zaten tek yüzü.
28 Mayıs 2010 Cuma
İlletler...
Geldi mi hepsi birden gelir hani. Bu sabah Fransızca finalim vardı, sıçtım batırdım. Zaten Sports Fest'ten beri it gibi hastayım. Öksüre öksüre bihal oluyorum, nefesim kesiliyor, mideme kramplar giriyor. Yetmezmiş gibi salıya yetişecek 4 sayfa çevirim, 7 sayfa da hikaye incelemem var. Final haftasından bahsetmiyorum bile...
Geçen sömestr bayağı paniklemiştim. Acemiliğime veriyorum. İnsan hayatında ilk defa final görünce, böyle bi "Hass... N'oldu lan şimdi?" moduna giriyor, ama ikincide alışılıyormuş demek ki. Üçüncü de kabullenme, dördüncü de siktir etme aşamalarından geçmeyi umuyorum.
Bu arada bilmeyenler, takip etmeyenler için söyleyeyim: Haziran 10 dedin mi, yolcudur Abbas bağlasan durmaz. Texas'a gidecek olmanın ayrı bir heyecanı var bünyede. Bi yandan da Dimitris'le uğraşmaktan ne sınav var gözümde, ne ödev, ne çeviri. Ben böyle güzelim falan filan:).
Yine de diyorum ki, ben blogu fazla boşlamayayım. Şu an yazarken bile bir mutluluk, bir hoşluk kapladı içimi. 15 dakikalık öksürük krizim bile kesildi. Bu akşam için aslında arkadaşa sözüm vardı, yemekli ev partisi gibi bir şey ayarlamıştık. Ödevden, hastalıktan kafamı kaldırıp gidecek gücü bulamadım kendimde. Siktiminin öksürüğü gene başladı zaten. Hadi o zaman, bana müsaade. Öpüldünüz. Yok öpmiyim, bulaşmasın. :S
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 20:20:00 12 yorum
Diyorum ki: final haftası, hastalık hastası
26 Mayıs 2010 Çarşamba
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 06:25:00 0 yorum
Diyorum ki: hayatım sikildi
18 Mayıs 2010 Salı
17 Mayıs 2010 Pazartesi
Pastafaryan hakkında bilinmeyen gerçekler:
- Bilgisayarımın adının Dimitris olduğunu,
- İki kaplumbağam, bir hamsterım olduğunu,
- Çocukken karanlıktan korktuğum için annem banyodayken kapının önünde yattığımı,
- Bazı geceler sırf korkudan sabahladığımı,
- İlkoğretimi 6 ayrı okulda okuduğumu,
- Bamyayı çok sevdiğimi,
- Margarin yemediğimi,
- Kendi kendime konuştuğumu,
- Kedilere tekme attığımı,
- Eşcinsel erkekleri seksi bulduğumu,
- Kendi çapımda Yunanca öğrenmeye çalıştığımı,
- Uykuya dalmak için National Geo. belgeselleri izlediğimi,
- Eğer ateist olmasaydım Hristiyan olmak istediğimi,
- Yine de ezan sesini çok etkileyici bulduğumu,
- Her baharda aşık olduğumu
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 11:00:00 0 yorum
Diyorum ki: bilinmeyen gerçekler
Hacılar ödev yapıyorum
Sabahın/gecenin bu saatinde deli s.kmiş gibi bir göt tutuşması haline eşlik eden yumurtanın kapıya dayanması hissi sağ olsun, bütün hikayeleri okudum. Yazmaya başladım. Üç cümle falan da yazdım hatta. Bence iyi gidiyorum. Bi de çay olsa aslında süper olurdu şu an.
16 Mayıs 2010 Pazar
Gördüğüm en seksi resimlerden biri... Wışş
Yunanlar geliyooo! :O
Güzide okulumun SportsFest etkinliği çerçevesinde Yunan Erkek Basketbol takımına guide oldum. Güzel yurdumuzu tanıtacağım, adamları ortama sokacağım falan. Ama her şey o kadar tesadüfi oldu ki!
Ben guide başvuruları başlasın diye beklerken, bi baktım başvurular bitmiş bile. Sonra Umut diye çok şukela bir arkadaş var, kendisi headguide, ona gittim, anlattım, böyleyken böyle dedim. Bu bir sonraki Spor Kurulu toplantısında aradı beni. Üstelik çocukta numaram yoktu, arkadaştan bulmuş. Gittim hemen, adımı yazdırdım. Hatta gitmişken Mehtap ve Uğur'un da adını yazdım, onlar da nasiplendi.
Sonracığıma sordum kuruldakilere Yunan takımı var mı deyü. Yok dediler. Benim de süngüm düştü, hıkmık ettim, headguide'ımın altına Alman takımına yazıldım. Birkaç gün sonra gelecek takımlar açıklandı, Face'ten göndermişler. Bi de ne göreyim: University of Athens. Atladım tabi hemen, mesaj gönderdim kurula. O da yetmedi, okul hesabından e-mail attım. Yalanımı sevsinler: Yunanca öğreniyorum dedim. Hani o kadar yalan değil, öğreniyorum az çok ama daha çok az...
Neyse efen'im, benim gitmediğim bi toplantıda takımlar açıklanmış. Bendenize düşen Yunan Erkek Basketbol! Gözlerim pörtledi, kalbim güp güp etti. Tüm bu emekler boşa gitmemişti. :D Mehtap'a Alman Kız Voleybol gelmiş, ama yavrum Uğur'a düşe düşe Romanya Erkek Futbol düştü! SportsFest tarihinin en abaza takımı! Hah!
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki: Açılın 12 ada, ben geliyorum!!!
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 20:10:00 1 yorum
Diyorum ki: sportsfest, yunanistan
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Dear Mr. President, were you a lonely boy?
Şu dünyada katılamadığım bir şey var, feministler ve kendini feminist addedenlerin bir türlü kabul etmeyeceği bir şey: Kadınlar kariyer peşinde koşmamalı. Ben derim ki 19. ve 20. yüzyılda boşanma vakalarının, çocuk intiharlarının ve depresyonun bir sebebi de çalışan annelerdir.
Kavgasız, gürültüsüz, analarının dizi dibinde büyüyen çocuklar işin mutfağını pek bilmediklerinden bana katılmamakta haklılar; ama ben çalışan bir annenin yanında babasız büyümüş bir genç olarak bu olayın yakın bir tanığıyım. Evde sürekli yalnız olmanın, ayda ya da yılda bir değişen bakıcılar yüzünden aile bireyleri ya da arkadaşlarla güvene dayalı ilişkiler kuramamanın, alkol ve sigarayla orta okul sıralarında tanışmanın nasıl bir şey olduğunu iyi biliyorum.
Bir ailenin sağlıklı yürümesi için hem erkek hem kadın tarafından yapılması gereken bazı fedakarlıklar vardır. Örneğin erkek kendini geçindirebileceği kadar düşük maaşlı, kolay yollu bir işte çalışmak varken sırf ailesine bakmak adına eşekler gibi çalışıyor eve yorgun argın dönüyorsa, gece hayatından, dost alemlerinden, serserilikten fedakarlık edip bir yuva kurmaya kadar veriyorsa... Kadının da yapması gereken bazı fedakarlıklar vardır. Örneğin kariyer ve çok para peşinden koşmamalıdır kadın. Demiyorum ki kadınlar çalışmasın, kös kös evde otursun, pilav yapsın, çocuk baksın.
Kadının çok zamanını ve enerjisini almayacak bir işi olabilir, ama bunun yanı sıra evine ve çocuklarına ayıracak zaman ve imkanı da kalmalı. Sabah dokuz akşam beş çalışan bir kadının, gerçekten ailesine zaman ayırabildiğini söyleyebilir miyiz? Akşam 6’da eve gelecek bu kadın evine mi baksın, çocuğuna mı baksın, yemek mi yapsın, çamaşır mı atsın? Luis Lane’den değil, sıradan bir insan evladından bahsediyoruz burada. Peki o zaman bu işi erkek mi yapmalı? Çizdiğimiz aile tablosunda erkek de aynı düzeyde ya da daha çok fiziksel kuvvet isteyen bir işte çalışmakta zaten, yani kadın da erkek de aynı koşullara tâbi.
O zaman eve kim bakacak? Çocuklarla kim oynayacak? Ödevlerine kim yardımcı olacak? Bütün evde yalnız kalırken, 5. Sınıfta yemek pişirmeyi, temizlik yapmayı öğrenirlerken ücretli bir bakıcı mı verecek onlara ihtiyaç duydukları sevgi ve ilgiyi? Ya da erkek evini geçindirmek için bütün gün çalışırken, eve döndüğünce bir kap sıcak yemek bulamayacak mı? Kadın, iş yerinde yaşadığı stres ve yorgunluğun ardından eve geldiğin de kocasını mı beslemekle uğraşacak? Peki iki eş birlikte yapsalar bu işleri, gece yatağa gittiklerinde nasıl sevişecekler? Birbirlerinin yüzüne bakacak gücü bile bulabilecekler mi kapitalizmin çiğnediği vücutlarında? Üstelik seksin ve birlikte geçirilen zamanın evliliğin bekası açısından ne denli önemli olduğundan bahsetmeye gerek bile yok.
Ben ne diyorum o zaman? Kadın tüm zamanını almayacak küçük bir işte çalışmalı ya da evden yapabileceği bir işi olmalı. Çocuklar kesinlikle aile büyükleri, akrabalar ya da maaşlı bakıcılar tarafından bakılmamalı. Erkek eve geldiğinde sıcak bir yemek, mutlu bir kadın, yanakları al al çocuklar bulmalı. Böylece günün yorgunluğunu üzerinden atıp çocuklarına zaman ayırabilmedi. Kadın gündüz iş yerinde, akşam evde amelelik yapmamalı; ama ev ekonomisine katkıda bulunduğu için bunun ezikliğini de taşımamalı. Çocuklar gün boyu annelerinden, akşamları babalarından ilgi görmeli. Çiftler yatağa asık bir suratla, yorulmuş, bitkin bedenlerle girmemeli.
Böyle bir bir yazınca ne de mutlu bir aile tablosu gibi görünüyor, değil mi? Öyle güzel ki, neredeyse ben bile inanacağım. Ekonomik kriz, işsizlik, vahşi kapitalizm, bir somun ekmek için birbirini boğazlayan canlar olmasaydı eğer, her şey tıkırında ilerleri işte. Bu denli mutlu aileler bir elin parmaklarıyla sınırlı kalmazdı. Kadınlar çalışmak zorunda olmazdı, erkekler yarın kilo alabilmek için kıçından ter akıtmazdı. Çocuklar sırf üç kuruşluk bir işe girmek için en güzel yıllarını sınavlarla, testlerle heba etmezdi. Bu kadar aile dağılmaz, bu kadar çocuk toprağa verilmezdi belki. Ama belkiler buradan kapıya kadar bile götürmüyor insanı. Herkese iyi geceler. Bugünlük benden bu kadar.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 02:30:00 4 yorum
Diyorum ki: aile, kadın erkek ilişkileri
13 Mayıs 2010 Perşembe
Take me home, take me anywhere...
Güzel hayallerim var. Henüz kirlenmemiş olanlar. Ama diyemem ki onlara hiç kapitalizm, pragmatizm, egoizm bulaşmamış! 15'imde bıraktım sanırım sadece sevmek içi sevmeyi. Nasıl ki sanat sanat içindir diyemezsem, sevmek de sevmek içindir diyemiyorum artık. Bu yazı mesela, ne için yazıyorum? Neden uğraşıyorum kendimle, didik didik ediyorum kendimi? Çünkü insan beynini rahatlatan şeydir bu. Kırışık çarşafları ütüler gibi düşünceleri bir bir katmanlarına ayırarak ortaya sermek ve toprak işçileri gibi emekle, kirli ellerle, terli bir alınla çalışmak üstlerinde... Daha verimli hale getiriyorum zihnimi, daha iyi anlıyorum aslında bi s.kim anlamadığımı kendimden.
Hayaller diyordum. Güzel hayaller, içlerinde aşk ve mahremiyet olanlardan. Güzel bir ev, çocuklar bile var bazen -ama çocuklu hayallerimin sonunda hep kendimi evden kaçarken buluyorum. Hazır değilim henüz ölmeye.
Yaşamadım ben bugünü
Yaşamadım inadımdan
Göremedim geçtiğini
Yanıbaşımdan her yanımdan
Ellerin uzanmasın
Uzak dursun
Tenin sakın dokunmasın
Hayal ettiklerim bana yakışmasın
İnancım yok benim...
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Bu da böyle bi anımdır:)
Uzun bir maratonun ardından Linguistics sınavıyla beraber, çalışmaya biraz ara veriyorum. Zaten bi tane mid-term kaldı, onu da başımdan savdım mı dertsin tasasız pür-i pak bir insan evladı olacağım ve o sınav için de çalışmama gerek yok zaten. Mutluyum. :)
Yavrum Markus sağ olsun, kolaycacık sormuş sınavda da. Beklediğimden iyi gelecek sanki, öyle hissediyorum. Gerçi çalışmadım mı? Ne zamandır böyle çalışmamıştım -Fransızcaya bile! Ama en azından -Fransızcanın aksine- bok gibi bir puan almayacağımı biliyorum. İçim rahat.
Sınav mağduru tüm arkadaşlarıma geçmiş olsun diliyor ve meydanlara çağırıyorum: Haydi gelin içelim! Öpücük.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 20:39:00 0 yorum
Diyorum ki: bira, linguistics, mid-term
9 Mayıs 2010 Pazar
Die Dying Dead!
Yarınki Linguistcis sınavının etkileri, iç ve orta kesimlerde yer yer üç buçuk atması, kıyı şeridindeyse göte dayanan yumurta kıvamıyla kendini göstermekte. Bizse -zeki, çevik ve iyi ahlaklı- öğrenciler olarak, sabah (öğlen) Güney Kampüs'te kahvaltı yapıp ardından Taşoda eşliğinde ders çalışarak, geri kalan zamanımızı da Metrocity'de alışveriş yapmayıp, bir öğrenci klasiği Burger King yiyerek değerlendiriyoruz. O anki ruh halimle, 2 saatlik bir çalışmanın ardından bir Taşoda daha yapabilirdim ama, dur dedim yavru kuş, deli mi s.kti seni?
Zannedersem s.kmedi.
Duş almak, bir sigara yakmak ve uyumak -ha bi de ders çalışmak- arasında gidip gelen bünyeme, kahve de fayda etmedi. Zaten akşamdan kalma kafam ve 5 saatlik uykumla bir de güneşi tepeden tepeden yememin vücudumda yarattığı tahribat kızarmış yanaklar, kuruyan gözler ve batan lensler olarak ortaya çıktı çıkacak. Hissediyorum geliyorlar.
Son olarak buradan seksapeli yüksek Linguistics hocamız Markus Pöchtrager'e seslenmek istiyorum. Dilerim kolay sorular hazırlamışsınızdır hocam. Zaten ilk dönem ortalama yapmışım, bele bele bi şeyler olmuş, götüm kalkmış falan. Şu güzel ortamı bozmaya ne gerek var şimdi. Di mi? Di?
Bu arada 14 Şubat'tan beri yazdığım ilk yazı bu olmuş. Minnoşum Dimitris'in doğum günüydü o gün. Bir daha da kalemi, defteri -klavyeyi- bırakmışım öyle. Şimdi aramız iyi ya, yeniden başlanmalı bence. Hatta diyorum Amerika'dayken bol bol fotoğraf çekip, yazı ekleyemesem bile en azından bir fotoğraflı Texas güncesi tutayım. Kim bilir... Orada ayağıma don bulamayacağım, orası kesin. İnterneti nereden bulacaksam artık!
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 21:50:00 1 yorum
Diyorum ki: linguistics