“Buraya nasıl geldim bilmiyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum. Etrafımda olup bitenin farkında değilim. Gözümün gördüğü tek bir şey var. Tek bir şeye odaklanabiliyorum: Önümde koşar adım ilerleyen ayaklar. Gözlerimi onlardan alamıyorum. Bir dilenciye ait olsa gerek bu ayaklar... Ya da bir evsize... Çıplaklar. Pisler. Tırnak araları pislik dolu. Güneşten yanmış, kavrulmuş bir çift ayak. Sahibi yok. Onlar önümde hızla ilerledikçe, ben takip ediyorum. Kocaman adımlar atıyorlar, kaçarcasına. Ama ben onları takip ediyorum. Büyülenmiş gibiyim sanki. Başka-bir şey-göremiyorum.
Ah, nefes almak öyle zor ki! Bir kapana kısılmış gibiyim. Bir yandan kendi ayaklarıma ilişiyor gözüm. Sanki Kül Kedisi’nin camdan ayakkabılarını giymiş gibi, kendi ayaklarımı görüyorum ayakkabılarımın içerisinde. Ama umurumda değil. Tek bir şey var aklımda. Tek bir şey düşünebiliyorum şu an. Peşleri sıra ilerlediğim kirli ayaklar. Nereye gidiyorlar? Bilmiyorum. Ama takip etmekten kendimi alamıyorum. Sanki bir şey arar gibi, bir şeyi kovalar gibi. Nereye gidiyorum?
Vücudum git gide ağırlaşıyor. Akşam çöküyor -nerede olduğunu bilmediğim- bu yere. Önümdeki ayaklar, tüm pislikleriyle benden kaçıyor. Bedenimin her yerinde bir acı duyumsuyorum. Birden çok yorgun olduğumu fark ediyorum. Bir köşeye çökmem lazım. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ben yoruldukça, önümdeki bu pis, güneşten yanmış ayaklar daha da hızlanıyor. Üzerlerindeki kara kara çatlaklarla bu ayaklar, benden kaçıyor. Artık nereye gittiğimi biliyorum. Onlar nereye gidiyorsa, ben de oraya gidiyorum. Bir tarla işçisinin hoyrat eli gibi, boğumları pislik dolu bu ayaklar nemli toprağa batıp çıktıkça midem bulanıyor.
Kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Ters giden bir şeyler var, biliyorum. Nereden geldim bu Tanrının unuttuğu yere? Ayak bileklerim ağrıyor yürümekten. Ama şimdi duramam, durmamalıyım. Uzakta bir yerde, güneşin battığını görüyorum sanki. Gölgeler uzuyor ben bu bir çift ayağın peşi sıra ilerledikçe. Nefes alamıyorum. Boğazım düğümleniyor. Çok yorgunum. Artık yürüyemiyorum. Nereden geldiğini bilmediğim sesler duyuyorum. Yere çöküyorum. Ayaklar uzaklaşıyor. Toprakta bıraktıkları izleri görüyorum ve çamurlu tabanlarını. Artık... Konuşamıyorum... Ah...”
“Sanırım rüya görüyor.”
Boynuna taktığı stetoskopla oynayan başhekime baktım, gözlerini kaçırdı.
“Hayır, uyanıyor.”
“Verdiğimiz sakinleştiricilerin etkisi bu kadar kısa sürede geçemez. Rüya görüyor.”
Başhekim, biraz alaycı bir tonla: “Demek rüya görüyor... Belki de rüyasında koştuğunu görüyordur, ne dersin?”
Gülümsediğini fark ettim. Ortada komik bir şey varmış gibi... En çok bu umursamazlığından nefret ediyordum işte.
“Bunun komik olması mı gerekiyordu?”
“Tam aksine. Trajikomik.”
“Bazı insanların -sizin aksinize- bir kalbi var, biliyorsunuz değil mi?”
“Benim de ayaklarım var, ama bununla böbürlenmiyorum.”
Cevap vermek gelmedi içimden. Başhekim devam etti: “Hem nihayetinde, ayaklarını kesen ben değildim.”
“Kadın kaza geçirmiş. Ya ne yapsaydım? Kangren yayıldığında, bacaklarını kalçadan itibaren kesecektik. Sizce bu daha mı iyi olacaktı?”
İlk defa, söylediğim bir şeyin başhekim üzerinde tesiri olduğunu gördüm. Düşünüyor, bir yandan da stetoskobuyla oyalanmaya devam ediyordu.
“Pek çok insan... Hayatları boyunca yürüyememektense, ölmeyi tercih ederdi.”
Daha fazla dayanamadım, iyice sinirlenmiştim: “PEK ÇOK İNSAN-”
“Sessiz ol, bizi duyuyor.”
Birkaç perde aşağıdan devam ettim, paranoyak bir yankı vardı sesimde: “Pek çok insan, ölmektense, ömürlerinin geri kalanında sakat olmayı tercih ederdi.”
“Uyandığı zaman, bunu ona da söylersin.”
Tam bu sırada, yatakta hareketsiz yatan hastanın boğazından bir inilti yükseldi. İkimiz de aynı anda dönüp, ona baktık. Titreyen elini, ağır aksak ağzındaki hortuma götürdü. Başhekim haklıydı, uyanıyordu.
“Deniz Hanım, Deniz Hanım! Beni duyabiliyor musunuz?”
Sesimle irkilen hasta, gözlerini hafifçe araladı. Gözbebekleri, haddinden fazla aydınlatılmış hastane odasının ışıltısıyla kısıldı. Gözlerinin içine baktım, beni duyup duymadığını anlamaya çalıştım.
“Deniz Hanım, şu an hastanedesiniz. Dün akşam saatlerinde kaza geçirdiniz. Gelir gelmez sizi ameliyata aldık. Sağlık durumunuz gayet iyi.”
Yalan söyledim. Sağlığı, iyi olmaktan alabildiğine uzaktı. Hayatı boyunca herhangi bir destek olmadan yürüyemeyecekti. Gerçi muhtemelen beni duymadı bile. Boynunu doğrultup, yarı açık gözleriyle, yatağının diğer ucuna, yani ayaklarının olması gereken yere baktı. Kendini yatağa geri bıraktı. Hâlâ anestezinin etkisi altındaydı. Hiçbir tepki vermiyordu.
Başhekime baktım. Yine aynı alaycı gülümseme vardı yüzünde. Önce hastaya, sonra bana, ardından kendi ayaklarına baktı. “Heyhat!” dediğini duyar gibi oldum. Ve o, arkasını dönüp giderken, belki de bininci kez, kendime küfrettim içimden.