Ağlayın, aşinasız, sessiz can verenlere,
Otel odalarında...
Bu sessiz otel odasında ölmek istedim. Seninle ilk geldiğimiz günkü gibiydi her şey. Yerli yerinde. Duvarlar kirli sarı, perdeler aralık, karanlık. Baş ucumdaki lambadan süzülen ışık öyle az ki, kendini aydınlatmaya yetmiyor. Yerde hafifçe kirlenmiş bir halı. Nevresimde sigara yanıkları. Her şey olması gerektiği gibi. Her şey senin parmak izlerini taşıyor.
Ama artık sen kokmuyor. Sen gideli çok olmuş.
Yine de eşyanın hafızası, insan hafızası kadar kısa değil. Dokunduğun her şey senin sıcaklığını taşıyor. Bıraktığın izler duruyor öylece. Senin dokunuşun, asla terk etmemek üzere, titriyor eşyadan eşyaya. Evrene yayılıyor. İnsan hafızası, kısacık ömrüyle ve vefasızlığıyla unutsa bile seni, eşyada dokunuşun sonsuza dek yankı buluyor. Baktığın aynada saklı hâlâ güzel yüzünün izi. Teninin değdiği her parça kumaş, belki artık sen gibi kokmuyor, ama hatırlıyor senin hain dokunuşunu. Seni unutmuyor, hatırlıyor. Bir parmak izi gibi eşsiz ve bir can gibi biricik o dokunuş, hafızasında.
Oysa insan, her daim daha vefasız olmuştur eşyadan. İnsan vefasızdır, çünkü insan özlemesini bilir. Peki ya eşya? Peki ya perdeler, saldalyeler, bu yatak, bu yastık seni özlemek nedir bilir mi? Kaç damla göz yaşı dökmüştür onlar gidenin ardından? Kaç uykusuz gece geçmiştir dönüşünü bekleyerek? Özlemeyi bilmeyen eşya için, vefa öyle ağır bir yük değil ki demirden bir haç gibi asılı dursun boynunda. Dibe çeksin incecik boyunlarını yavaş yavaş...
Bu odada ölmek istedim ben, çünkü biliyorum ki sen geri gelmeyeceksin. Çünkü ta içimdeki bu can, cananına kavuşmayacak bir daha. Öyleyse ne anlamı var vefanın, özlenen geri dönmeyecekse gittiği uzak şehirden? Ölmeyi diledim, çünkü eşya gibi sessiz, hareketsiz, senin vefa borçlun olmak, özlem ve hasret içinde gün be gün eriyip bitmekten daha kıymetlidir. Vefasız kalbimin seni dalga dalga eritip başka kıyılara kum gibi dağıtması, senin güzel anına ihanettir. Hapsolduğum bu beden, pek çok kereler ihanet etmiş de olsa sevdiğine, sen benim sevdiğim değildin ki! Sen, ruhumun kayıp yarısı, sen kaybettiğim bir kol, bir bacak, sen bedenimin sol yanı, senin anına ihanet etmek şu canıma sürgün yeri.
Odanın karanlığı kaplıyor gözlerimi. Artık görmüyorum, duymuyorum, hissetmiyorum. Ben sana verdim dilimi, dudağımı, tenimi. Ne ses, ne seda, ne bir dokunuş kaldı geri. Şimdi sen gitmişken ve sen geri gelmemecesine gitmişken şehrimden, yollar geçiyor üzerimden, insan ayakları altında eziliyorum. Ciğerimdeki nefes, nefes değil, ölüm kokusu. Gökyüzü üzerime kapanıyor, toprak çekiliyor bastığım yerden. Dokunduğum güller soluyor, aynalar küs gölgeme bile. Çekip gitmek kolay, gitmek acısız. Ama senin hayalin bağlıyor canımı ete. Seni görmek hayalinden gözümdeki bir damla fer.
Diyorum ya gitmek kolay, gitmek acısız. Gittiğin için kızmıyorum bile sana. Bu karanlık odada, senin tenine değen her parça eşya gibi, bekliyorum eşya olmayı. Belki o zaman, vefa borcumu canımla ödeyerek, senin dokunuşundaki sonsuzluğa ererim ve belki o zaman sen gitmezden evvelki yekpare yüreğimle geri dönerim sana bir ruh gibi. Ebediyen bedensiz, kimsesiz. Ama seni sevmenin bedeliyse ödeyeceğim, yaşadım ben seninle ve şimdi gidişim, sonların en güzeli.