25 Eylül 2009 Cuma



Şehirlere bombalar yağardı her gece...

Kum gibi... Bahsini bile açmaya gerek yok. Çok güzel bir şarkı. Arabesk dinlemem diyen, Ahmet Kaya'ya terörist diyen herhangi bir kişinin bile kafası, hissiyatı karman çorman olmadan dinleyebileceğini sanmıyorum. Özel bir hikayeye, iç burkan bir anıya ihtiyacı yok bu şarkının; dinleyen herkese nüfuz ediyor gayriihtiyari. Benimse, sevmenin ötesinde acı bir hatıram var bu şarkıyla. Bir de Sibel Can'ın "Lale Devri"yle.

"Lale Devri"nde, hayatımın en güzel dansını ediyordum, hiçbir zaman aklımdan çıkmayacağının farkında olmaksızın doyasıya tadına varıyordum o anın. Bu şarkı ise... Çok dinledim bu şarkıyı, öncesinde ve sonrasında. Hem ben dinlemem desem, dinlememek mümkün müydü? Tam odamızın karşısındaki meyhanede her gece çalardı. Kıyıya buran dalgalar eşliğinde gelirdi kulaklarıma bu sözler. Şehirlere bombalar yağardı her gece ve ben durmadan bu şarkıyı dinlerdim işte. Ahmet Kaya'yı sevmeme rağmen, bu şarkısını da ilk defa Kilyos'tayken duymuştum zaten ve ilk defa orada unutulmaz oldu benim için.

Şimdi başka bir ayrılık gecesinde, yapayalnız bir bayram ve yapayalnız bir doğum gününün ardından yapayalnız terk ediyorum bu güzel şehrimi. Bu melankoli neden? Geri dönmemecesine? Savaşa giden bir asker gibi terk ediyorum bu sefer ana kucağını. Başım öne eğik geri dönmektense, bırakın orada öleyim ve sizler hatırlayın beni.

Şarkıyı 'buradan' indirebilirsiniz. Sağ olsun bu numarayı da Gaykedi'den öğrendim.

Burası Kilyos arkadaşlar. Bir daha asla böyle göremeyeceğim o yer. Görürsün demeyin. Asla "böyle" görmeyeceğim. Her anında bir anım olan, en çok nefret ettiğim, en çok sözdüğüm yer. Nereden bileyim, bu aşkmış... Fotoğrafı Mert İnanır çekmiş, FB'tan çaldım.




BEKLE BİZİ İSTANBUL!

Hayatımdaki -bir şey hariç- her şey gibi blog yazmak da yalnızca geçici bir hevesmiş benim için. Düşünsenize, en son yazımı 9 Eylülde göndermişim ve o zamandan beri tek tuşa dokunmamışım bile. Ne büyük utanç! Bunu azıcık da olsa telafi etmek adına bir şeyler yazayım, arayı sıcak tutayım istedim.

Yarın akşam 23.30'da otobüse biniyorum lise+üniversite+yurt arkadaşım Mehtap'la ve umuyorum ki cumartesi sabah 9 civarı İstanbul topraklarına ayak basmış olacağım. Daha İstanbul'dayken "İzmir mi, İstanbul mu?" diye soranlara "Tabii ki İzmir!" derdim. Ama şimdi daha iyi anlıyorum ki, İstanbul'un havası suyu bambaşka. Doğduğum ve yıllarımı geçirdiğim, ilk adımlarımı attığım, ilk kez aşkı yaşadığım bu şehir artık bir yabancı gibi bana. Sanki yıllar önce çok yakın olduğum ama aradan geçen zaman içinde neredeyse adını bile unuttuğum eski bir dost gibi... Ona karşı tepkisiz kalamıyorum, ama onu artık tanıyamıyor, sevemiyorum da.

Bugün buradan resmen açıklıyorum işte: Bundan kelli ben İstanbulluyum. İstanbul'u seviyorum, oradan başka bir yerde hayatımı geçirmeyi ne düşünebiliyorum, ne de istiyorum. Bu İzmir dahi olsa, oradan uzakta geçirdiğim her an kısacık hayatımdan çalınmış zamanlar gibi geliyor ve daha gidişimin ilk günü, deliler gibi geri dönmek istiyorum. Ne yaptın ne ettin beni böyle kendine bağladın İstanbul, bilmiyorum. Yine de bil ki, sana aidim artık. Ben bu sözcükleri yazarken Rapsodi İstanbul çalıyor Teoman'dan. "Yola koyul küçük küçük," diyor, "Git buralardan..." Ben de eşyalarımı toplayıp yola koyuluyorum şimdi, ama senden uzaklara değil, sana geliyorum.

Bu da başka, küçük bir hikaye benden:

Küçükken babamı çok nadiren görebilirdim. Ben İzmir'deyken, o İstanbul'da yaşıyordu. Arada beni alır, arabayla İstanbul'a götürür, sonra İzmir'e ya da anneannemlerin yaşadığı Yalova'ya bırakırdı. Daha bacak kadar boyumla Edip Akbayram'ı çok sevdiğimden hep o çalardı teypte. En çok da "Bekle Bizi İstanbul" şarkısını severdim. Ardımda bıraktığım babamı, ıskaladığım başka bir hayatı hatırlatırdı bana ve söz verirdim kendi kendime bir gün İstanbul'a döneceğime dair. Döndüm de. Ama artık ne ben o eski bendim, ne de ıskaladığım hayat durup bekliyordu ona geri dönmemi. Bir umut, belki İstanbul bekliyordur bizi hâlâ. Ama söyleyin ona: Artık dönmeyeceğim.

9 Eylül 2009 Çarşamba

Erich Von Däniken:



ANCIENT ALIENS


Böyle bir belgesel var arkadaşlar, History Channel yapımı. Erich Von Däniken'in ünlü kitabı "Tanrıların Arabaları"nda ortaya attığı "uzaylı-tanrı" kavramı temel alınarak, tarih öncesi dönemde dünya dışı varlıkların dünyayı ziyaret edip, medeniyetlerin gelişmesine nasıl yardım ettikleri araştırılıyor.

Bu belgeselde Stonehenge, Giza piramitleri, Maya tapınakları, Piri Reis'in dünya haritası, İran'da bulunan iki bin yıllık antik piller, dalgıçlar tarafından keşfedilen bir "astronomi bilgisayarı", mağara duvarlarındaki ve piramitlerdeki uzaylı figürleri, minyatür uzay aracı heykelcikleri gibi buluntulardan yola çıkılarak tüm bunların dünya dışı yaşam formlarının varlığına ve dünyayı ziyaret ettiğine dair işaretler olduğu anlatılıyor.

Erich Von Däniken ve The X-Files hayranlarının kaçırmaması gereken bir yapım olduğu kesin. Ama bunun dışında, uzaylılarla ilgilenen, en azından bu konuyu biraz da olsa merak edenler için de güzel bir fırsat. Eğer gökyüzüzünde beliren tabak formundaki uçan dairelerden sıkıldıysanız, biraz daha tarihi ve fantastik bir şeyler arıyorsanız, üstelik "Tanrıların Arabaları" kitabını da sevdiyseniz, eminim bu belgeseli de seveceksiniz.

Dili İngilizce olan belgeselin ne İngilizce ne de Türkçe altyazısını ne yazık ki bulamadım. Ama zaten belgesel olduğu için -Däniken hariç- herkesin konuşması çok net anlaşılıyor.

6 Eylül 2009 Pazar

Bildiğin Fare!




HIMBIL!

Bugün Konak'a uğradım. Konak'ın Kemeraltı çarşısı meşhurdur, her türlü yiyecek/giyecek/eşyanın en ucuzunu burada bulabilirsiniz. Ben şimdiye kadar ne kadar tavşan, ördek aldıysam, hep buradan almışımdır. Ne zamandır aklımda bir Gonzales almak vardı. Gitmişken bakayım dedim ve hayvan dükkanlarını gezmeye başladım tek tek.

İstediğim renkte ve sevimlilikte bir Gonzales yoktu, hatta toplamda 3 tane vardı zaten. Gri, tombulca, fazla iri, muhtemelen kart bir Gonzales'e bakarken yanında kahverengi bir hamster ve onun yedi sekiz tane yavrusu çekti dikkatimi. Anne o kadar tombul ve sevimli, yavrularsa o kadar minicikti ki! Daha annelerinden süt emiyorlardı minnacık elleri ve ağızlarıyla.

Dükkanın sahibine sordum, artık yem yemeye başladıklarını, yani beslenecek kadar büyük olduklarını söyledi. Ben de bir gri Gonzales'e bir de yavrulara baktıktan sonra; sırtı, kafası kahverengi, göbeği ve sırtının yanları beyaz bir yavru hamsterda karar kaldım. Yanında bir kutu yemle beraber aldım, eve getirdim. Hatta kıyafet alışverişi yapmayı planlıyordum Karşıyaka'da ama yavru hamsterımın aşkına onu başka bir güne erteledim.

Eve gelince büyükçe bir plastik kaba koydum hamsterı, altına ya Uykusuz'u yol yol kesip yumuşak zemin yaptım. Bir tane de oyuncak köpek koydum ki, annesini özlerse ona sokulsun, sıcaklık hissetsin.

Sıra yem koymaya gelince fark ettim ki, yem böceklenmiş. Karınca gibi ufak, çirkin böcekler var içinde. Ucuz etin yahnisi hesabı. Ben de yemi aldım, suya bastım. Böcekler ölüp, yüzeye çıktı. Onları toplayıp attıkıktan sonra, suyunu süzdüm. 200 derecedeki fırında evire çevire kuruttum. Fazla olan kısmını da derin dondurucuya attım. Artık değil böcek, herhangi bir yaşam izi kaldığını bile zannetmiyorum yemde.

Bu arada hamsterımı "Hımbılım benim! Ne kadar tatlısın sen öyle!" diye severken, adının Hımbıl olmasında karar kıldım. hem söylenişi hamster'ı çağrıştırıyor, hem de hamsterlar gerçekten hımbıl hayvanlar. :) Daha şimdiden alıştı bana, hiç kaçmıyor. Elimi uzattığımda gelip kokluyor, hatta yalıyor. Yemek de yiyor bol bol, önünden almak zorunda kaldım mamasını o derece. Gerçi asıl hımbıllık bende, hayvancağıza boyu kadar mama vermişim resmen. :)

Kusura bakmayın, tel'in kamerası dandik olduğundan ve Hımbıl hiç yerinde durmadığından resimler flu.

4 Eylül 2009 Cuma



DOLE DİLİMLENMİŞ ANANAS

Yemeden ölmemeniz gerek yiyeceklerden biri bu Dole markasına ait, dilimlenmiş konserve ananas. Zaten ülkemizde ananas bitkisi yetişmediği için, sağda solda satılan taze ananaslar ithal geliyor. Yüksek fiyatlarından ve halka yabancı bir meyve olmasından dolayı; üstelik soyması, dilimlemesi biraz zahmetli olduğu için hâliyle pek tercih edilmiyor. Yine de derim ki, seviyorsanız tazesini tüketin. Çok lezzetli bir meyve.

Ama "Taze ananası nereden bulacağım, bulsam da nasıl yiyeceğim?" diyorsanız benim gibi, o zaman Dole'nin dilimlenmiş ananası sizin için bire bir. Ananasın kendi suyu içinde konservelenmiş bu ananasta ilave şeker de bulunmuyor. Yani meyve tadını, dokusunu olabilecek en iyi şekilde muhafaza ediyor. Üstelik tüketmesi kolay. Beyaz kremalı yaş pastalara ve sütlü tatlılara çok yakışıyor.

Arada kendinize bi güzellik yapmak isterseniz, alın bir kutu Dole, kenarda dursun. Tatlı kriziniz tuttuğunda ya da canınız meyve çektiğinde, saldırın! Hatta içindeki sudan yarım bardak doldurup üzerine de sağlam bir votka eklediniz mi... Dünyada sizden güzeli yok.

Afiyet olsun.

Ramazan Postu:




HOŞ GELDİN RAMAZAN!

Ramazan ayı, yalnızca sıcacık susamlı pideler ve müthiş lezzetli bir tatlı olan güllaç gibi güzel, insanı mutlu eden geleneklerle çalmıyor insanın kağısını. "Ramazan davulcusu" adı altında dolaşıp, tek amaçları artık fonksiyonelliğini yitirmiş bir geleneği kendilerine yontmak olan insanlar sağ olsun, istisnasız her gece uykumuzdan ediliyoruz.

Yahu bu devirde davulcuyla uyanan mı kaldı? Oruç tutan insan sayısı zaten gün geçtikçe azalıyor. Her evde en az bir cep telefonu, o olmadı çalar saat var. Bu aletler, öyle davulcunun desibeline bağlı olarak değişken sonuçlar da vermiyor. Hem her gün aynı saatte, aynı şiddette çalıp, uyandırma garantisi sunuyorlar; hem de bayramda kapınıza dayanıp para istemiyorlar. Üstelik çalar saat olmak için ihaleye girmeye de gerek yok.

İşte benim gibi düşünen Emin Abim, espritüel de bir insandır, bizim davulcuyu belediyeye şikayet etmiş. Bundan birkaç gün önce de annem, sokak köpeklerini çok havlıyorlar ve çevredekileri rahatsız ediyorlar diye şikayet etmişti. Bu iki şikayetin de ciddiye alınıp bir sonuca bağlanacağını sanmıyorum. Hadi köpekler neyse de, bu davulculuk işi zaten ihaleyle alınıyormuş. Hâl böyleyken, belediye bir davulcuyu işinden men etmeyi düşünmez bile. Zaten ramazanda davul çalmak yasaklanırsa, küçük çapta bir isyan çıkabilir mahallede.

Ama köpekleri toplayıp kısırlaştırabişlirlermiş, öyle demişler.

Hazır belediyeden bahsetmişken;
Dün bir arkadaşım, terk ettiği hatunun çirkinliğini "Belediyeye versen zehirlemez." diye tasvir etti ya, helal olsun. Yaratıcılıkta son nokta:).

Resim de Burger King'in ramazan kampanyası afişi. Güzel olmuş. Afferim. :)

The X-Files:



I WANT TO BELIEVE (We all do.)


Benim gibi X-Phile'ların mottosu olmuş bix The X-Files klasiğidir bu söz. Mulder'ın duvarında asılı duran bir UFO posterinin altında yazar bu cümle: I want to believe.

Yani "İnanmak istiyorum".

Her gördüğümde beni daha da alt üst eden bu sözler, biz farkında olmasak bile benliğimize, hissiyatımıza gizliden gizliye işlemiş bir içgüdü aslında. Hepimiz inanmak istiyoruz. Bu evrende yalnız olmadığımıza...

Bilmiyorum ki, insanoğlunun sosyal bir varlık olmasının bedeli mi bu. Sonsuz bir yalnızlık hissi yakamızı asla bırakmıyor. En mutlu, en dolu dolu yaşanan anın dahi ardından, bu hiçlik ve yalnızlık korkusu gelip yerleşiyor göğüs kafesimize ve orada yuva yapıyor.

Yalnız olmadığımıza inanmak istiyoruz, çünkü eğer yalnızsak koskoca bir hayatı boşa tüketmiş olacağız. Kimimizin kendini kanıtlama, kimimizin tanrıya inanma, kimimizinse yalnızca var olma çabası, eğer bunu görecek kimse yoksa, boşlukta kaybolup gidecek.

Oysa biz inanmak istiyoruz, inanmayı tercih ediyoruz yalnız olmadığımıza, haybeye yaşamadığımıza, her şeyin bir amaç için gerçekleştiğine, yaşamın bizden üstün, bizden yüce bir anlama sahip ve gerçeğin de orada bir yerde olduğuna.

Ama öyle mi gerçekten?

3 Eylül 2009 Perşembe

Üçünüze üçümüz...



AŞK-I MEMNU
Annelerin Yeni Gözdesi!

Bu büyük günü kutlamamız lazım arkadaşlar. Koskoca bir yazın ardından Aşk-ı Memnu dizisi ekranlara geri döndü. Ben de tatil sebebiyle İzmir'de, ailemin yanında olduğum için az çok takip etme fırsatı buldum ilk bölümü. Önce geçen sezondan kısa kısa kesitler gösterdiler, ardından yeni bölüm başladı.

İnanır mısınız, bütün dizi boyunca gerim gerim oldum. Sanki Stephen King uyarlaması izliyorum. O derece! Ama asıl garip olan, bütün bu gerilimin Behlül ve Bihter gibi tuhaf isimlere sahip meşhur çiftin yakalanması üzerine kurulu olması. Benim burada midem kasılıyor, sinirlerim geriliyor. Neden? Çünkü Behlül Bey yengesini biiiip.

Bir yandan da düşünüyorum, bu romanın yayımlanma tarihi 1900, yani tam olarak 109 sene önce. Yirmi birinci yüzyılda yaşayan yeni yetme genç olarak beni bile rahatsız eden bu aile içi ihanet mevzusu, roman ilk çıktığında kim bilir nasıl tepkiler almıştır! Şimdi böyle bir şey yaşansa, 10 kişiden 8'i çeker vururum der, 109 yıl önce ne diyorlardı acaba?

Dizi, uyarlama olduğu için günümüzde geçiyor. Her yerde onlarca mahkeme, avukat, boşanma davası var yani. Önce gittin annene kapak olsun, cebin de para görsün diye elin moruğuyla evlendin, hadi bunu anlarım. Ama ne diye aynı evde yaşadığın playboy ruhlu bir insanla, üstelik kocanın yeğeni, kardeşinin eski sevgilisi olduğunu bile bile işi pişiriyorsun? O kadar meraklıysan sarı saça, mavi göze, üçgen vücuda; boşan, Behlül'le evlen. Tutan mı var?

Ha eğer derdin mal varlığını kaybetmemekse, o zaman para kimdeyse onun dizinin dibinde duracaksın. Derdin "Millet ne der?" ise, o bokları yemeden düşünseydin onu. Ama eğer derdin heyecan, adrenalinse, o zaman ybsg allasen.

Bu konuda da yorumum budur.

Aşk-ı Memnu Durum Şeması ileri derece fanı olduğum bobiler.org sitesinden alınmıştır.

Pilates... Plates... Food... D'oh! Plates of food!




PILATES? NEVER AGAIN!

Birkaç gün önce merak salıp "Pilates for Dummies" diye bir video indirmiştim bu konuda tam bir dummy olduğumu kabul ederek. Bu sabah saat beş civarında bir arkadaşımla yaptığım konuşma sonucu gaza gelip, biraz spor dedim az evvel. Yere birkaç minder atıp, attım kendimi üzerlerine.

Ama bu pilates hareketlerini takip edebilmek ne mümkün! Dersi anlatan ablamız zaten iyice kaslanmış, dudaklanmış, yuvarlanıp duruyor, üstüne bacaklarını yere 90 derece açıyla kaldırıp havada bir şeyler yapıyor. Bırakın o hareketleri yapmayı, benim bacaklar 50 derece falan kaldı. Gitmiyor daha!

Araya da "Bu zor bir egzersiz, hepsini takip etmek zorunda değilsiniz, yapabildiğiniz kadar yapın." formatlı notlar iliştirmişler benim gibi Coach Potato'lar hemen vazcaymasın diye, ama yok anam yok. Kuyruk sokumumdaki inanılmaz ağrıdan başka bir şey vermedi bana bu 5 dakikalık pilates maratonu.

Sonra da düşündüm: Benim zekam yeter ulan. 90-60-90 olmasam da olur. Hem güzellik geçici değil mi? Beni de seven böyle sevsin. Götüm küçük, bacaklarım ince diye bakacak olan zaten bakmasın... Bu böyle gider.

İnsan tembel olunca ne güzel bahaneler üretiyor, di mi kendine? Keşke bahane bulma konusunda da biraz tembel olsaymışım. Ama benden bi bok olmaz, bu gün bunu bir daha anladım. Ders çalışmak için oturup, 10 dk sonra "Ya ben bu konuyu biliyorum zaten." deyip bırakan; rejime başlayıp daha 3. günde "Kaç gündür doğru dürüst yemek yemiyorum zaten " diye jelibonlara gömülen; spor yapmaya karar verip sadece bir gün dayanabilen ben gene yaptım yabacağımı yani.

Amaan, ko götüne rahvan gitsin. Hem benim zekam yeter bi kere. Valla bak.



CONFESSBOUN

İtiraf edin, rahatlayın!

Evet, itiraf.com'un repliğini çaldım, ama olur o kadar.
Confessboun, adından da anlaşıldığı gibi Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin birbirlerine ilan-ı aşk ettiği, utanç verici anılarını paylaştığı, bazen sevmedikleri kişilere laf geçirdiği, hatta hayaller,nden bahsettiği bir platform. Site tamamen umumi olduğu için, isim, e-mail adresi ya da sizi ifşa edecek herahangi bir bilgi verme zorunluluğunuz yok. Yani elinizi kolunuzu sallaya sallaya girip, "Komşunun tavuğuyla cinsi münasebette bulundum." yazabilirsiniz mesela. Ama bunlar hiç de tasvip etmediğimiz davranışlar, onu da belirteyim.

Confessboun'un bize yaptığı bir diğer güzellik ise, siteye üye olma fırsatı. E-mail adresinizle siteye kayıt yaptırabilir, böylece insanların bütün itiraflarınızı bir arada görebileceği bir arama sayfasına ve yalnızca size ait bir nick'e sahip olabilirsiniz. İşi abartıp, boun.edu.tr uzantılı adresinizi sisteme kaydettirip, Boğaziçi öğrencisi olduğunuzu tescil ettirebilirsiniz. Nick'İnizin yanına konan yeşil yıldız işareti sayesinde kayıtlı kullanıcı olduğunuz, kırmızı yıldız işareti sayesindeyse Boğaziçi öğrencisi olduğunuz herkes tarafından görülebilir-tabi ki kimliğinizi kesinlikle gizli tutmak şartıyla!

Boğaziçi öğrencilerinin büyük çoğunluğu siteyi biliyor ve kullanıyor. Confess'le ilgilenmeyen azınlık ise, arkadaşları sayesinde bir şekilde haberdar ediliyor neler olup bittiğinden. Şahsen benim de bir kayıtlı hesabım var, ama yazdığım şeyler o kadar ayan beyan ki o hesabın bana ait olduğunu şıp diye anlaşılabilir! Bu yüzden, gizli kaparlı sırlarımı ortaya bu nick'le değil, anonim olarak döküyorum.

Confess'e itiraf göndermeniz için, tabi ki Boğaziçili olmanıza gerek yok. Hem kayıtlı, hem anonim olarak isteyen herkes itiraf gönderebilir. Hem kötü şey iyi insanın içinde durmazmış. Hadi itiraf edin, rahatlayın!

2 Eylül 2009 Çarşamba



GÜZELLİK?


Kısıtlı öğrenci bütçemde kozmetik ve kişisel bakım ürünlerinin açtığı koca deliğe yanıyorum. Rujundan, parfümüne, rimelinden roll-on'una, yüz temizleme jellerinden tutun da ponza taşına kadar genişleyen yelpazede, hiçbiri de öyle pek ucuz olmayan ürünlere her geçen gün daha fazla para bayılıyorum.
Hadi eskiden küçücüktüm, ufacıktım, top oynadım, acıktım... Ama şimdi diyorum kendime "Koskoca kadın oldun! Öyle dandik dandik rujlar, farlar sürmek olmaz!". Zaten insan bir kere çilek kokulu, krem gibi yumuşacık ama bir o kadar da kalıcı rujlarım ya da akmayan, dağılmayan, çevir-aç kapaklı göz kalemlerinin tadına vardı mı, vazgeçemiyor.
Şu son sene Kilyos'ta yurtta kaldığım için elimde fazladan para kalıyordu bayağı bi, ama bir sene boyunca zerre para koyamadım kenara. Elime ne geçtiyse ya Mango'ya ya Avon'a gitti. Ayakkabıları saymıyorum bile! Zaten saymaya kalksam zaman alır, o derece. (Yine de fırsat buldukça milyoncu penyecilerden de alışveriş yapmayı ihmal etmiyorum, ona da başka bir yazıda değineceğim.)
Televizyonda, dizilerde gördüğümüz tüm parasını kaportayı yenilemeye yatıran kokoş karılardan biri olmak istemiyorum, ama içimde bir yerlerde yaşayan bu söz dinlemez alışveriş canavarına nasıl dur diyeceğimi de hiç bilmiyorum doğrusu. Bu sene eve çıktığım ve Hisarüstü'nde yaşayacağım için öyle har vurup harman savuracağım paracıklarım olmayacak, ama eminim ne yapar eder bir Avoncu bulurum ben. Kendimi şaşırtmam bu konuda.

Bu konuya da dün akşam İTÜ'de gördüğüm bir duyurudan geldim. Hatunun biri sivilceler için mucize bir formülün ilanını vermiş. Bir senedir allem edip, kallem edip, yine de kurtulamadığım akne illeti sağ olsun, hemen denedim. Çünkü ben de, bu duyuruyu veren kız gibi, ne kadar tıp ve kozmetik desteği alsam da ÖSS döneminde baş gösteren aknelerimden kurtulamadım.

Formül şu:

2 çorba kaşığı bal (dandik market balı olmayacak, harbici bal)
1 çorba kaşığı taze, toz tarçın
Birkaç damla limon

Bu malzemeleri karıştırıp macun kıvamına getirdikten sonra yüzünüze güzelce sürüyorsunuz ve iki saat beklettikten sonra yıkıyorsunuz.
Ben daha bugün başladım yapmaya, ama bunu öneren kızın dediğine göre çok kısa zaman içinde etki gösteriyormuş. Hem yalnızca sivilcelere iyi gelmekle kalmayıp, cilde de bakım yapıyormuş. Bir hafta kadar kullanıp, ardından sonuçlarını size bildirmek üzere aranızdan ayrılıyorum.
Aknesiz kalın ve paranıza sahih çıkın.:)

Deli gibi deli gibi al al al al paraları paraları saç saç saç saç - saçma!

Karışımı yüzünüze sürdükten sonra, yukarıdaki gibi bir şey oluyorsunuz işte. Yakışmış di mi? Açtı bu renk beni.



KARINCALAR

Sosyal düzenleri bakımından zaten insanlara bir hayli benzeyen bu hayvanlar, bir de utanmadan tarım yapıyormuş! Yemek için mantar yetiştiriyorlarmış yani yuvalarında. Bunu da bugün öğrendim.

Ama bundan çok daha garip bir gerçek daha var karıncalar hakkında. Bilindiği üzere her kolonide bir ya da bazen daha fazla kraliçe karınca bulunuyor. Kolonideki tüm üremeyi tek başına gerçekleştiren bu doğurgan karınca, işçi karıncalar tarafından bakılıp, besleniyor.

İşte bu işçi karıncalar, eğer kraliçe karıncadan memnun değillerse, onu beslemeyi kesiyor ve kraliçenin bulunduğu küçük hazneye giden tüm yolları kapayarak ölüme terk ediyorlarmış.

Yani "Köylü milletin efendisidir." sözüne geliyoruz, ama gerçek anlamında. Feyzalın, diyorum; başka da bir şey demiyorum. Feyzalalım.

Bu arada yukarıdaki resim de, hatırlarsınız, Karınca Z (The AntZ) filminden bi sahne. Bu film gösterime girdiğinde ben 8 yaşındaydım, sonradan TV'de izlemiştim. Filmin nette doğru düzgün görseli bile yok. Yaşlanıyoruz mirim.

1 Eylül 2009 Salı



LYRICS PLUG-IN

Artık çoğu kişi Windows Media Player ya da Winamp kullanmıyor, aynı işi bu ikisinden çok daha sofistike şekilde yapan bir sürü yeni program çıktı.

Bense, bazı konulardaki yıkılamaz tabularım sağ olsun, hâlâ WMP kullanıyorum ve kimse bana daha iyi bir media oynatıcısı olduğunu kanıtlayamaz!

Benim gibi ısrarla WMP ya da Winamp kullananlar ve şarkı dinlerken aynı zamanda sözlerini de takip etmeyi sevenler, hatta müzik dinlemeyi başlı başına bir iş olarak gerçekleştirenler için küçük bir eklenti önereceğim.

Lyrics Plug-In!

Bayağı eski bir program bu zannedersem. İçinizde duymayan kalmamış olabilir. Yine de paylaşmak istedim. Bazen şarkı ya da sanatçı adı doğru yazılmadığında, şarkının sözlerini görüntüleyemiyor, ama genellikle Türkçe şarkılarda bile sorunsuz çalışıyor.

Eklentiyi buradan indirebilirsiniz. Hayırlı işlere vesile olması dileğiyle.(:



İNTERAKTİF SÖZLÜKLER VE ABAZANLIK

Uzun süredir İTÜ Sözlük'e üyeyim, ama anca son bir iki aydır orada aktif olarak yazmaya başladım. Kiminle konuşsam İTÜ'de abazan çoktur diyordu, ama girilerim nispeten en yüzü düzgün olduğu için bana çok fazla denk gelmedi öylesi. Yine de duyduğuma göre zirve resimlerinden kız beğenip, ona yazan insanlar var aramızda. Burada adlarını lanse etmek istemiyorum. Hehe.

Benim bahsetmek istediğim abazanlık ise, yazar-yazar ilişkisi tadında bir abazanlık değil. Ben gerçek hayatta karşımıza çıkan, barda içki içerken ağzını ayırıp bakan, yolda yürürken laf atan, ikisi bir araya geldiğinde hemen seks muhabbeti çevirmeye başlayan, daha eline kız eli değmemiş, klitorisin ne olduğunu bilmeyen abazan erkekler güruhunun akıbetini merak ediyorum aslında.

Sözlükteki girilere bakıyorum. Herkes sevişiyor! Zaten sol frame "Geçen gene sevişiyorum..." formatında başlıklarla dolu. Herkes üniversite öğrencisi, herkesin düzenli bir ilişkisi, hiç olmadı fuckbuddy'si var. Kime baksan, "Ben cinselliğe doydum, artık ihtiyaç duymuyorum!" mesajı veriyor yazılarında.

Bu binlerce sözlük yazarı benimle aynı ülkede yaşamasa, belki yiycem hani. Ama hepimiz aşağı yukarı aynı çevrelerde, benzer mentalitelere sahip insanlar tarafından büyütülmüşüz. Ülke namus cinayetinden, töre cinayetinden kırılıyor. Eminim "patlak" çıktı diye alnından vurulan kadın sayısı, fuckbuddy'si olan adam sayısından fazladır Türkiye'de.

Ama hâlâ aynı mavalı okumaktan geri durmuyor sanal alem seks ilahları. Memleket olarak çok sevişiyoruz mirim, öyle böyle değil. Tutabilene aşk olsun.

Evet evet, her kuşu s.ktik, bi leylek kaldı.



GAYKEDİ

Valla tam olarak ne oldu, nasıl oldu, bilmiyorum, ama bir hafta kadar önce öyle boş boş bakınırken bir bloga denk geldim. Gaykedi. Blog'un dizaynı, görselleri zaten çok güzeldi, ona bir şey demeyeceğim. Ama içinde yer alanlar yazılar da bir o kadar sevimli, samimi, gerçekçi ve okunasıydı.

Tabi her "güzel" bir şey gördüğümde yaptığım gibi, ben de kıskandım ve aynından yaptım.

Hiç anlamam etmem ama, sırf başlığın etrafındaki çerçeve kalsın diye HTML'siyle bile oynadım sayfanın. O derece yani.

İşin garibi, bir hışımla "Ben öykü yazıcam, sırf öykülerim olucak bu blog'da!" diye giriştiğim bu işi -daha ilk günden- random yazılarla doldurmaya başladım bile. Üstüne güzel de bir resim koyuyorum, aynı Gaykedi gibi oluyor. Valla bak.

Son olarak, o bunu bilmese de yeni idolüm Gaykedi rumuzlu bu blogcudur. Kendisine ve biricik aşkına iyi dileklerimi yolluyorum buradan. Okuyunuz, seviniz.



KİM ÇÜRÜK?
Bir arkadaşım doğup büyüdüğüm şehirde askerliğini yapıyor şimdi. Şansımıza, balımıza kısa dönem.Okul açıldığında burada olamayacağım için her hafta sonu ziyaret ediyorum, bir şeyler yiyoruz, laflıyoruz artık askeriye bahçesinde olduğu kadar.


Bir keresinde, askeriyede dönen iğrenç seks muhabbetlerinden bir kuple olarak, orada geçen senelerde yaşanmış gerçek bir olayı anlattı bana.

Askeriyenin dışarıyla irtibatı olan lojistik bölümüne 1 (yazıyla bir) adet hayat kadını gelmiş, ama bu kadını 1 kişi için getirmişler ( bu da yazıyla bir). Hangi küfrü edeceğime karar veremediğim gözü dönmüş askerler de, bu kadını tutup zincirlemişler ve tahmin edebileceğiniz gibi, olaylar gelişmiş...

İçimizden en azgın olanının bile anca kabuslarına konu olabilecek bir olaydır sanırım bir bölük asker tarafından tecavüze uğramak. Benim kafamı asıl kurcalayan şey ise, eş cinsel olduğu için askere gitmeyi reddeden erkeklerin "çürük", böyle aşağılık zihniyetli katli vacip insan yavrularının ise Türkiye standatlarına göre "sağlıklı" olarak nitelendirilmeleri.

Merak ediyorum, acaba bir kişiyi "hasta" kategorisine sokmak için daha ne lazım? Ya da "normal" kabul edilmek için, penisi olmayan herhangi bir canlıyı havada karada s.kmek yeterli mi yani? Toplum olarak, pakete değil de içindekine bakmayı öğreneceğimiz zamanı heyecanla bekliyorum.

Elimizde bunlar var:

random (7) çeviri (7) niteliksiz bilgi (6) sevgili günlük (6) dimi (5) final haftası (5) translation of poetry (5) şiir (5) şimdi reklamlar (5) ateizm (3) hayatım sikildi (3) kısa öykü (3) nazım hikmet poems in english (3) poetry (3) sex (3) yemek tarifleri (3) öyküler (3) Muse (2) TV (2) aşk (2) blog (2) denemeler (2) din (2) ewan mcgregor (2) istanbul (2) izmir (2) kadın erkek ilişkileri (2) linguistics (2) poème (2) çizim (2) 3D (1) 40. izleyici (1) BÜMAK (1) NY (1) abazanlık (1) aids (1) aile (1) ajda pekkan (1) alıntı (1) amerika vs. türkiye (1) ananas (1) anket (1) avatar (1) ayrılık (1) aşk-ı memnu (1) bilinmeyen gerçekler (1) bir günah gibi (1) bira (1) burger king (1) ceci n'est une pipe (1) curt wild (1) duman (1) facebook (1) filistin (1) film (1) fransızca (1) français (1) freud (1) gaykedi (1) gel gör beni (1) gramer (1) hamster yemi (1) hastalık hastası (1) hayat (1) ikea (1) inekler (1) internet (1) israil (1) itü sözlük (1) kalbim ege'de kaldı (1) kelimeler (1) kendime not (1) kilyos (1) krema (1) kızarmış ekmek (1) lover you should've come over (1) martin luther king (1) mcdonalds (1) mid-term (1) müzik (1) oasis (1) olmayan adam (1) olric (1) oscar wilde (1) pasta (1) pastafaryan ne demek (1) patlıcanlı kabaklı makarna (1) pedofili (1) pedophile beards (1) psychology 101 (1) rapist glasses (1) sportsfest (1) star wars (1) steakhouse (1) sıçtın mavisi (1) texas (1) the ballad of reading gaol (1) the x files (1) to-do list (1) tutunamayanlar (1) usa (1) var olmak (1) velvet goldmine (1) video (1) webstats (1) yorum denetimi (1) yunanistan (1) yunus emre (1) çürük raporu (1) ödev (1) özgürlük (1) öğrenci evi (1)
 

Blog Template by YummyLolly.com - RSS icons by ComingUpForAir