TRANSLATION OF POETRY Vol. 2
I, YOU, HER
She merely sees the breaking dawn
I, also the night
You merely see the night
I, also the breaking dawn.
Nazım Hikmet
Ben Sen O
30 Aralık 2009 Çarşamba
Ben Sen O
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 03:07:00 0 yorum
Diyorum ki: çeviri, nazım hikmet poems in english, translation of poetry
Seni Düşünmek
TRANSLATION OF POETRY Vol. 1
THINKING OF YOU
Thinking of you, it’s stunning, it’s promising
Just like
Listening to the best song on this earth
By the most virtuous voice ever
Yet-
Promises are enough –no longer
Not to listen I desire anymore
Now I wish to sing…
Nazım Hikmet
Seni Düşünmek
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 02:31:00 2 yorum
Diyorum ki: çeviri, nazım hikmet poems in english, translation of poetry
27 Aralık 2009 Pazar
Olmayan Adam
OLMAYAN ADAM
Ve sonra öldü.
Bir hikayenin sonu için ne güzel bir cümle olurdu, değil mi? Hele ki bilmiyorsak o hikayenin başını. Huzur veriyor bana bir insanın hiçbir şey yapmadan, düşünmeden, hissetmeden, hareket dahi etmeden yalnızca ölmüş olması. Ya da şöyle mi demeli: Var olmamış olması. Eminin var olmamanın suları varlıktan çok daha çoşkulu akar ve bir o kadar da serindir. İnsana yaşadığını hissettirecek bir güzelliğe sahiptir var olmadığı bilmek ve ona göre davranmamak. Davranmamak derken... Hiç davranmamak, nefes almamak, konuşmamak, görmemek ve duymamak.
Ve sonra ölmek... Bunun adına ölüm denebilir mi ki eğer hiç yaşamamışsan? Ve eğer var olmayanlar hiç ölmeyeceklerse, bu onların sonsuz olduğu anlamına gelmez mi aynı zamanda?
İşte bu yüzden, bu yüzlerden dolayı hiç var olmamaış bir adamın öyküsünü yazmak istiyorum, ama tereddütlerim var. Hiç olmayan bir adamın öyküsü de hiç olmamış değil midir? Ve hiç olmamış bir adamın hiç olmamış öyküsünü yazmak mümkün dahi olsa okumaktan alınacak haz varmıdır sahi?
Hamdi hiç olmamıştı. Bir hayatı yoktu Hamdi’nin. Bir anne babası da yoktu. Hamdi hiç büyümedi. Hiç altını ıslatmadı ve hiç okula gitmedi. Hamdi’nin annesi onu hiç kovalamadı “Neden bamyanı yemiyorsun?” diye, çünkü ne Hamdi vardı aslında, ne de Hamdi’nin annesi. Bu yüzden hiç karanlıktan korkmadı Hamdi. Bir kez olsun ağlaya ağlaya ve kapının birden açılıp içeri ölmüş dayısının cesedinin gireceğini düşünerek uyumadı. İnanır mısınız, Hamdi hiç yalan da söylemedi. Yalan söyleyecek dudakları, dili yoktu ki söylesin...
Hamdi hiçbir zaman evlenmedi. Hâliyle çocuğu da olmadı. Hiç eve geç kalmadı Hamdi, hiç “Neredeydin bu saate kadar?” lafını duymadı. Zaten Hamdi’nin saatten haberi de yoktu. Hiç karısını aldatmadı Hamdi. Hiç yemeğin altını yakmadı. Hiç “Acaba ütüyü fişe takılı mı bıraktım?” diye düşünüp, Antalya yolundan geri dönmedi. Hiç arabayla kaza yapmadı. Düşünsene, bu trafik, bu yollarla; arabası olsa kesin yapardı. Hamdi hiç televizyon karşısında uyuyakalmadı. Hiç rakı-balık yapmadı ve hiç sarhoş olmadı. Çünkü... çünkü Hamdi yoktu.
Ve sonra öldü.
Hamdi var olsa dünyanın en mutlu insanı olabilirdi, ama var olsa var olamazdı. Ve dünyanın en mutlu adamı da olamazdı işte. Bu yüzden çok mutluydu Hamdi. Durdu, düşündü ve yok olduğu için sevindi. Ya da durmadı, düşünmedi ve sevinmedi belki. Çünkü, dedim ya, Hamdi hiç var olmadı ki.
25.13.2009 20:57 Cuma İstanbul/Hisarüstü
25 Aralık 2009 Cuma
Oscar Wilde
THE BALLAD OF READING GAOL
Yet each man kills the thing he loves,
By each let this be heard,
Some do it with a bitter look,
Some with a flattering word,
The coward does it with a kiss,
The brave man with a sword!
Some kill their love when they are young,
And some when they are old;
Some strangle with the hands of Lust,
Some with the hands of Gold:
The kindest use a knife, because
The dead so soon grow cold.
Some love too little, some too long,
Some sell, and others buy;
Some do the deed with many tears,
And some without a sigh:
For each man kills the thing he loves,
Yet each man does not die.
Oscar Wilde
( 16 Oct 1854, Dublin - 30 Nov 1900, Paris )
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 22:56:00 12 yorum
Diyorum ki: alıntı, oscar wilde, poetry, şiir, the ballad of reading gaol
Yılbaşı Neyin Postu
Ama -her zaman bir "ama" vardır- şu yılbaşında kullandığımız "Christmas" konsepti aklımı başımdan alıyor, beynimi düşüncelere gark ediyor. Bu yazının başlığı da oradan geliyor zaten: Ne ayak? Biz ki "Yunan tohumu"nu, "gavur"u, "Yahudi"yi, hatta ve hatta "Kürt"ü küfür olarak kullananan bir halkız. Yani bize sorsalar bizden olmayan herkes tukaka.
O zaman ne diye gidip adamların dini bayram konseptini alıp yılbaşına uygularsın kardeşim? Bir kere de sözünün ve icraatınız bir olsun, biz de şaşıralım!
Orta Asya'dan Anadolu Yarımadası'na gelene kadar karışmadığı millet kalmamış, içinde Zazası, Lazı, Kürdü, Çerkezi, Yörüğü, Yahudisi, Hristiyanı, Ermenesi, Yunanı, Bulgarı bulunan bizimki gibi bir halk zor bulunur. Hani hiç yok demiyorum, ama oldukça az.
Yine de şöyle bir baksan, bizim kadar "kafatası milliyetçiliği" yapmaya meyilli halk da zor bulunur. Acaba "safkan" olmamayı bir eksiklik olarak görüp sözümona milliyetçiliğimizle bunu mu örtmeye çalışıyoruz? Yoksa yüz milletten insan barındıran bir halk olduğumuz gerçeğini göremeyecek kadar mallaştık, özümüzden mi uzaklaştık?
Bilmiyorum.
Ama herkesin Noel'ini ve yeni yılını kutlarım. Nice seneler!
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 12:46:00 3 yorum
Diyorum ki: niteliksiz bilgi
22 Aralık 2009 Salı
Yönlenip de gelenler...
Geçen bir yazıma "Hayatım s.kildi." deyu başlamışım çok affedersiniz. İkidir webstatsonline.com'dan gidiyorum ama, bugün yine istatistiklerime bakarken bir de ne göreyim? "hayatım s.kildi" diye Google'da arama yapan bir arkadaş, oradan yönlenmiş bloguma gelmiş. İçim acıdı resmen, gözlerim doldu.
Google'da "hayatım s.kildi" yazıp, arayan insanın dramını tahayyûl edebiliyor musunuz hiç? Adam o denli çaresiz ki, s.kik hayatının dermanını arama motorunda arıyor, yeri geliyor motorla dertleşiyor, içini döküyor. Bu arkadaş eğer bloguma bir daha uğrayacak olursa bana ulaşsın. Zamanım bol, kendisini dinlemek isterim.
Bu yazımı da yayın hayatımın en "s.kko" yazısı ilan ederek eski, sıkıcı hayatıma geri dönüyorum arkadaşlar. Öptüm, bay.
21 Aralık 2009 Pazartesi
Hı?
Blog yazmaya başlayalı neredeyse 4 ay oldu. Arkadaşım Aykut sayesinde Onlinewebstats diye bir siteye kaydettim blogu. Hangi şehirden, ülkeden kim gelmiş, hangi sayfadan yönlendirilerek gelmiş görüyorum. İki üç günde bir kontrol ediyorum bu istatistikleri.
Ve her ama her bakışımda Google'dan "pastafaryan ne demek" diye aratıp gelen insanlar görüyorum. Gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum artık. Ulan Google o, Google. Bakkal amca değil. Neden dialoğa giriyosunuz Google'la arkadaşlar? "Pastafaryan" yazın, enter'a basın. Gösterir zaten o sana Pastafaryan ne demekmiş.
Pastafaryan ne demek merak edenler, bana tıklasın.
Tamam mı? Hadi dağılın şimdi. :P
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 13:06:00 0 yorum
Diyorum ki: niteliksiz bilgi, pastafaryan ne demek
14 Aralık 2009 Pazartesi
SIÇTIN MAVİSİ
Hayatım sikildi, diyerek söze başlamak istiyorum. Hayır, bi bok olduğundan değil. Sadece uyku düzeni denen şey sıfıra indi. Yoksa bu saatte ne işim var? Cumartesi sabah 8.30'da yattım, akşam da aynen 8.30'da kalktım. Bildiğin 12 saat aralıksız uyumuşum. Bir de benim oda ne ışık, ne ses alıyor, yalıtım had safhada. Yarısı toprağa gömülü, ondan yani.
Pazar desen sabah 9'da yattım gene. Akşam da 7'de annemin telefonuyla uyandım. Patates salatası yedim. Çok (harbiden) az ders çalışıp, bol bol internete girip zıbardım. Saat 1.30. Kulağımda kulaklık, gözümde uyku gözlüğü, en son saate batığımda 2.30'du, sonra gene sızmışım. Ölü civcivli, cinli perili, sınavlı, doğumgünlü tuhaf bir kabusun ardından uyandım. Saat sabahın 6'sı. Evde peynir yok, zeytin yok, salatalık yok, yağ yok... Ama ne hikmetse maydonoz, domates, salça, bulgur, biber ve limon var. E o zaman kısır yapsana dedim kendime. Yaptım, yedim.
Şimdi saat 7.21 ve ben az sonra duşa giricem. Bu ilginç anımı da sizle paylaşmak istedim. Süper oldu.
Beni özleyin anacım,
Baaay!
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 07:15:00 5 yorum
Diyorum ki: sevgili günlük, sıçtın mavisi
14 Kasım 2009 Cumartesi
Yarım paket Filiz Kalem Makarna(Penne Rigate)
1 kabak
1 havuç
10-12 mantar
istediğiniz kadar konserve mısır
2 çorba kaşığı sıvı yağ
Tuz
Köri baharatı
Varsa: Kırmızı biber(kapya)
Varsa: Sebzeli yemek harcı(Tuzot, Knorr fln)
Varsa: Haşlanmış tavuk göğsü
Sosu için:
1 bardak süt
2 çorba kaşığı un
1 çorba kaşığı tereyağı
Tuz
Hazırlanışı:
Kabak, havuç ve kırmızı biber jülyen doğranır. Mantar da yan yan dilimlenir(kabaklarla aynı kalınlıkta). 2 yemek kaşığı sıvı yağ dökülmüş geniş bir tavaya(mümkünse teflon, vok) sırasıyla kabak, havuç, mantar, biber, mısır atılır. Orta ateşte çevire çevire kavrulur. En son üzerlerine biraz sebzeli harç konur. Oldukça tuzlu olduğundan, harç kullanılacaksa tuz koymamak lazım.
Kalem makarna çok yumuşak olmayacak şekilde haşlanır. (bkz: al dente)
Sebzeler kendini salmadan, ama yenebilecek kıvama geldikten sonra tava ateştan alınır. Küçük bir tencere ya da sütlükte süt biraz ısıtılır. Kayanamadan içine sürekli karıştırılarak un, tuz ve tereyağı ilave edilir. Karıştırmaya ara verilmez. Sos istenen yoğunluğa geldiğince(boza kıvamı diyebiliriz), ocaktan alınır, içine istenen oranda köri baharatı eklenip iyice karıştırılır. Sebzeler tekrar ocağa alınır, üzerine körili sos ilave edilir, birlikte çok az pişirdikten sonra bu sırada haşlanmış olan makarna süzülüp sebze tavasına ilave edilir. Kısa bir süre birlikte pişirilir.
Geniş bir servis tabağında üzerine birkaç dal maydonoz koyup servis yapıyoruz. Soğutmadan yiyoruz.
Meraklısına:
Neden sebzeleri ocaktan alıp, köri sosunu pişirip, sebzeleri tekrar ocağa koyuyoruz?
Cevap: Bizim ocak iki gözlü. Sizinki dörtlüyse, takıl kafana göre.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 00:00:00 4 yorum
Diyorum ki: yemek tarifleri
5 Kasım 2009 Perşembe
Evet, evet aynen öyle. Ne oldu, nasıl oldu, böyle bir sürece nasıl girdim ben? Hiçbir fikrim yok. Ama aylardır ağzıma ne bir hamburger, ne pizza koydum. Fast food olarak adlandırabileceğim tek şey, Wonderland'den aldığım Cripsy Chicken Salatanın üzerindeki çıtır tavuklar.
Önce rejim yapayım dedim. Zaten eve çıkmıştım ve evde yemek yapmak hem ucuz, hem de güvenli ve lezzetli geliyordu. Dışarıda bile olsam mümkün olduğunca salata yiyor, evde canım çektikçe mantı ya da makarna yapıyordum karbonhidrat grubundan. Sonra bir baktım ki... Canım artık hiç ama hiç hamburger ya da pizza çekmiyor. Sabahtan beri yediğim tek şeyin bir adet topkek olduğu şu gün bile, en sevdiğim hamburger Steakhouse'un resmini görünce tiksiniyorum. İçim bir hoş oluyor valla.
Zaten çok olmasa da sigara, kahve, alkol ve işlenmiş gıdalar tüketen bir insanım. Spor desen? Prensiplerime aykırı. :) Şimdi fast food'u bırakmış olmak öyle bir huzur ve "sağlıklı beslenme hissi" veriyor ki bana, anlatamam.
Size de tavsiyem, zaten ucuz bile olmayan bu Amerikan beslenme şeklinden bir an önce kurtulup, bedeninizi özgürleştirmeniz. Üstelik bu şekilde yalnızca sağlıklı beslenmiş olmuyor, bir yandan da kilo veriyorsunuz. Ben özel bir çaba sarf etmeden, spor yapmadan sırf fast food'u kesip salataya yönelerek, bir ayda 3 kilo verdim. Gayet güzel bir rakam bu.
Hadi canlar, artık benimsetilmiş alışkanlıklardan sıyrılmanın zamanı geldi.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 15:56:00 6 yorum
Diyorum ki: burger king, niteliksiz bilgi, steakhouse
27 Ekim 2009 Salı
PATLICANLI KABAKLI MAKARNA
Vermek üzere olduğum tarif iki kişiliktir. Damak tadınıza ve kişi sayısına göre malzemeleri arttırıp azaltabilirsiniz.
Malzemeler:
Yarım paket deniz kabuğu şekilli makarna (Spagetthi hariç her türlü makarna da olur.)
1 adet küçük boy patlıcan
1 adet küçük boy kabak
1 adet soğan
2 adet küçük/orta boy domates
1 yemek kaşığı domates salçası
2 yemek kaşığı ayçiçek yağı
1 çay kaşığı şeker
Tuz ve sevdiğiniz baharatlar
(Ben sebzeli çeşni kullanıyorum, ama içinde monosodyum glutamat olduğundan kullanıp kullanmamak size kalmış.)
Soğanı 4 çeyreğe bölün ve bunları ince ince dilimleyin. 1/4 daire şeklinde şekiller elde edeceksiniz. Varsa vok tavaya, yoksa genişte herhangi bir tava ya da tencereye soğanları atıp, orta ateşte ayçiçek yağı ile birlikte kavurmaya başlayın. Üzerine bir çay kaşığı kadar toz şeker ilave edin. Soğanın daha lezzetli karamelize olmasını sağlayacaktır.
Bir yandan makarnayı kaynar suya atıp, üzerine tuz ve çok az yağ ilave edip kaynamaya bırakın.
Kabağı ortadan ikine bölün. Her iki yarımı da uzunlamasına yarım santimlik şeritler hâlinde kesin. Elde ettiğiniz yassı kabak dilimlerini de aynı kalınlıkta dilimleyin. Bu yaptığınız işlem yemek programlarında sıkça geçen "jülyen doğrama tekniği"dir. Kabakları soğanların üzerine atıp ara ara karıştırarak kavurun. Muhtemelen kabaklar yağı çekince tava susuz kalacak. Bu yüzden kaynayan makarnanın suyundan tavaya 2-3 kaşık su ekleyin. Su azaldıkça aynı işlemi tekrarlayın.
Patlıcanı da jülyen doğradıktan sonra tavaya atın ve kavurmaya devam edin. Bir yandan domatesleri soyup doğrayın ve bir kenarda bekletin. Kabaklar ve patlıcanlar diriliğini kaybedip hafif elastik bir hâl aldığında domatesleri üzerine ekleyin. Bir kaşık da domastes salçası ilave edin. Domatesler suyunu salıp yumuşadığında tuzu, sevdiğiniz baharatları ya da benim yaptığım gibi sebzeli çeşniyi ilave edin. Zevkinize göre, ince kıyılmış maydonoz da ilave edebilirsiniz. Maydonozu en son ilave ederseniz ölmez, yeşil ve aromatik kalır.
Bu arada makarnanız pişmiş olmalı. Makarnayı fazla pişirmemeye ve hafif diri diri bırakmaya özen gösterin! Lütfen ocaktan aldığınız makarnayı sudan geçirmeyin. Haşlama suyunu iyice süzüp, sos tavasına koyun. Sos ile birlikte 2-3 dakika tavada çevirin.
Makarnanızı rendelenmiş kaşar peyniri ya da ufalanmış beyaz peynirle servis edebilirsiniz. Hiçbir şey ilave etmeden de yiyebilirsiniz. Afiyet olsun. :)
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 14:42:00 0 yorum
Diyorum ki: patlıcanlı kabaklı makarna, yemek tarifleri
23 Ekim 2009 Cuma
BÜMAK!
Boğaziçi'nin mağara araştırma kulübü olan BÜMAK'a girdim bu sene. Hatta iki gün önce SRT eğitimim vardı. Böyle ipe falan tırmanıyorsun ekipmanla. Kelimenin tam anlamıyla götüm çıktı. Ben ipte debelendikçe, yangın merdivenlerine çarptım durdum. Kollarım et kesti, bacaklarım parmak parmak morardı.
Yarın akşam ise Kırklareli'ndeki Dupnisa Mağarası'na doğru yola çıkıyoruz kulüp olarak. Benim ve benim gibi yeni başlayanların ilk mağara gezisi olacak. Tabi bu mağara yatay olduğu için ipe tırmanmamız gerekmeyecek, o açıdan içim rahat. Ama ikinci mağarada, yani dikey olanda ,yan çizebilitem o kadar yüksek ki! Şimdilik yün içliklerimi, kafa lambamı, amele çizmelerimi, matımı, donumu, sucuğumu(!), tasımı, tarağımı paketledim. Yola çıkmaya neredeyse hazırım. Giderken bir de sigara aldım mı... Değmeyin keyfime doğrusu.
Ama düşünüyorum da, bunlar güzel, bunlar iyi ihtimaller, kafamdaki pozitif düşünceler... Bakalım mağaradan inim inim çıkarken de bu kadar mutlu olacak mıyım? Ama bu tabii ki de, başka bir yazının konusu. Herkese güzel haftasonları dilerim.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 04:22:00 0 yorum
Diyorum ki: BÜMAK, sevgili günlük
21 Ekim 2009 Çarşamba
Bildiğiniz üzere birkaç aydır evde kalıyorum. Ama yazın burada olmadığım için pek dertli değildim. Ne zaman ki ben İstanbul'a döndüm, babam para göndermeyi -neredeyse- kesti, annem aramaz sormaz oldu, kış sezonu açıldı, mağazalarda yeni yeni kazaklar ayakkabılar, kazaklar boy göstermeye başladı... Ağlayasım geliyo arkadaşlar! Ev kirası, su, elektrik, doğal gaz derken kafadan bir üç yüz bayılıyorum. Bir de bunun yemesi, içmesi, IETT'si var. Üstelik Türkiye 70.si olarak aldığım bursu soracak olursanız: rakamla 0 TL! (O yuvarlak şey sıfır işte, hayatın anlamı.)
Üstelik yetmezmiş gibi 2 kaplumbağam, 1 hamster'ım ve bir de üniversitem var.
Şu an parasızlıktan ölüyor, böyle açlıktan kırılıyor muyum? Hayır... Ama bütün yaz dişimden tırnağım arttırdığım, seneye Interrail'e giderim diye biriktirdiğim paracıklar birer birer tarihin tozlu sayfalarında yerini alıyor. Sanırım bir iş bulmam ya da zengin bir aileye kendimi evlat edindirmem lazım. Diğer seçenekleri düşünmek bile istemiyorum farkındaysanız.
Sonuç olarak diyeceğim şudur ki: Öğrencilik zor arkadaşlar! Üstelik bugün presentation yapmam gereken saatlerde, cep telefonunun azizliğine uğramış bir şekilde mışıl mışıl uyuyordum. Bu okul bitmez. Vallaha bitmez. Bu arada, sayın izleyicilerin huzurunda ben Boğaziçi'nin AQ.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 01:44:00 2 yorum
Diyorum ki: öğrenci evi, sevgili günlük
25 Eylül 2009 Cuma
Şehirlere bombalar yağardı her gece...
Kum gibi... Bahsini bile açmaya gerek yok. Çok güzel bir şarkı. Arabesk dinlemem diyen, Ahmet Kaya'ya terörist diyen herhangi bir kişinin bile kafası, hissiyatı karman çorman olmadan dinleyebileceğini sanmıyorum. Özel bir hikayeye, iç burkan bir anıya ihtiyacı yok bu şarkının; dinleyen herkese nüfuz ediyor gayriihtiyari. Benimse, sevmenin ötesinde acı bir hatıram var bu şarkıyla. Bir de Sibel Can'ın "Lale Devri"yle.
"Lale Devri"nde, hayatımın en güzel dansını ediyordum, hiçbir zaman aklımdan çıkmayacağının farkında olmaksızın doyasıya tadına varıyordum o anın. Bu şarkı ise... Çok dinledim bu şarkıyı, öncesinde ve sonrasında. Hem ben dinlemem desem, dinlememek mümkün müydü? Tam odamızın karşısındaki meyhanede her gece çalardı. Kıyıya buran dalgalar eşliğinde gelirdi kulaklarıma bu sözler. Şehirlere bombalar yağardı her gece ve ben durmadan bu şarkıyı dinlerdim işte. Ahmet Kaya'yı sevmeme rağmen, bu şarkısını da ilk defa Kilyos'tayken duymuştum zaten ve ilk defa orada unutulmaz oldu benim için.
Şimdi başka bir ayrılık gecesinde, yapayalnız bir bayram ve yapayalnız bir doğum gününün ardından yapayalnız terk ediyorum bu güzel şehrimi. Bu melankoli neden? Geri dönmemecesine? Savaşa giden bir asker gibi terk ediyorum bu sefer ana kucağını. Başım öne eğik geri dönmektense, bırakın orada öleyim ve sizler hatırlayın beni.
Burası Kilyos arkadaşlar. Bir daha asla böyle göremeyeceğim o yer. Görürsün demeyin. Asla "böyle" görmeyeceğim. Her anında bir anım olan, en çok nefret ettiğim, en çok sözdüğüm yer. Nereden bileyim, bu aşkmış... Fotoğrafı Mert İnanır çekmiş, FB'tan çaldım.
Hayatımdaki -bir şey hariç- her şey gibi blog yazmak da yalnızca geçici bir hevesmiş benim için. Düşünsenize, en son yazımı 9 Eylülde göndermişim ve o zamandan beri tek tuşa dokunmamışım bile. Ne büyük utanç! Bunu azıcık da olsa telafi etmek adına bir şeyler yazayım, arayı sıcak tutayım istedim.
Yarın akşam 23.30'da otobüse biniyorum lise+üniversite+yurt arkadaşım Mehtap'la ve umuyorum ki cumartesi sabah 9 civarı İstanbul topraklarına ayak basmış olacağım. Daha İstanbul'dayken "İzmir mi, İstanbul mu?" diye soranlara "Tabii ki İzmir!" derdim. Ama şimdi daha iyi anlıyorum ki, İstanbul'un havası suyu bambaşka. Doğduğum ve yıllarımı geçirdiğim, ilk adımlarımı attığım, ilk kez aşkı yaşadığım bu şehir artık bir yabancı gibi bana. Sanki yıllar önce çok yakın olduğum ama aradan geçen zaman içinde neredeyse adını bile unuttuğum eski bir dost gibi... Ona karşı tepkisiz kalamıyorum, ama onu artık tanıyamıyor, sevemiyorum da.
Bugün buradan resmen açıklıyorum işte: Bundan kelli ben İstanbulluyum. İstanbul'u seviyorum, oradan başka bir yerde hayatımı geçirmeyi ne düşünebiliyorum, ne de istiyorum. Bu İzmir dahi olsa, oradan uzakta geçirdiğim her an kısacık hayatımdan çalınmış zamanlar gibi geliyor ve daha gidişimin ilk günü, deliler gibi geri dönmek istiyorum. Ne yaptın ne ettin beni böyle kendine bağladın İstanbul, bilmiyorum. Yine de bil ki, sana aidim artık. Ben bu sözcükleri yazarken Rapsodi İstanbul çalıyor Teoman'dan. "Yola koyul küçük küçük," diyor, "Git buralardan..." Ben de eşyalarımı toplayıp yola koyuluyorum şimdi, ama senden uzaklara değil, sana geliyorum.
Bu da başka, küçük bir hikaye benden:
Küçükken babamı çok nadiren görebilirdim. Ben İzmir'deyken, o İstanbul'da yaşıyordu. Arada beni alır, arabayla İstanbul'a götürür, sonra İzmir'e ya da anneannemlerin yaşadığı Yalova'ya bırakırdı. Daha bacak kadar boyumla Edip Akbayram'ı çok sevdiğimden hep o çalardı teypte. En çok da "Bekle Bizi İstanbul" şarkısını severdim. Ardımda bıraktığım babamı, ıskaladığım başka bir hayatı hatırlatırdı bana ve söz verirdim kendi kendime bir gün İstanbul'a döneceğime dair. Döndüm de. Ama artık ne ben o eski bendim, ne de ıskaladığım hayat durup bekliyordu ona geri dönmemi. Bir umut, belki İstanbul bekliyordur bizi hâlâ. Ama söyleyin ona: Artık dönmeyeceğim.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 04:54:00 1 yorum
Diyorum ki: kilyos, sevgili günlük
9 Eylül 2009 Çarşamba
Erich Von Däniken:
ANCIENT ALIENS
Böyle bir belgesel var arkadaşlar, History Channel yapımı. Erich Von Däniken'in ünlü kitabı "Tanrıların Arabaları"nda ortaya attığı "uzaylı-tanrı" kavramı temel alınarak, tarih öncesi dönemde dünya dışı varlıkların dünyayı ziyaret edip, medeniyetlerin gelişmesine nasıl yardım ettikleri araştırılıyor.
Bu belgeselde Stonehenge, Giza piramitleri, Maya tapınakları, Piri Reis'in dünya haritası, İran'da bulunan iki bin yıllık antik piller, dalgıçlar tarafından keşfedilen bir "astronomi bilgisayarı", mağara duvarlarındaki ve piramitlerdeki uzaylı figürleri, minyatür uzay aracı heykelcikleri gibi buluntulardan yola çıkılarak tüm bunların dünya dışı yaşam formlarının varlığına ve dünyayı ziyaret ettiğine dair işaretler olduğu anlatılıyor.
Erich Von Däniken ve The X-Files hayranlarının kaçırmaması gereken bir yapım olduğu kesin. Ama bunun dışında, uzaylılarla ilgilenen, en azından bu konuyu biraz da olsa merak edenler için de güzel bir fırsat. Eğer gökyüzüzünde beliren tabak formundaki uçan dairelerden sıkıldıysanız, biraz daha tarihi ve fantastik bir şeyler arıyorsanız, üstelik "Tanrıların Arabaları" kitabını da sevdiyseniz, eminim bu belgeseli de seveceksiniz.
Dili İngilizce olan belgeselin ne İngilizce ne de Türkçe altyazısını ne yazık ki bulamadım. Ama zaten belgesel olduğu için -Däniken hariç- herkesin konuşması çok net anlaşılıyor.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 18:25:00 4 yorum
Diyorum ki: şimdi reklamlar
6 Eylül 2009 Pazar
Bildiğin Fare!
Bugün Konak'a uğradım. Konak'ın Kemeraltı çarşısı meşhurdur, her türlü yiyecek/giyecek/eşyanın en ucuzunu burada bulabilirsiniz. Ben şimdiye kadar ne kadar tavşan, ördek aldıysam, hep buradan almışımdır. Ne zamandır aklımda bir Gonzales almak vardı. Gitmişken bakayım dedim ve hayvan dükkanlarını gezmeye başladım tek tek.
İstediğim renkte ve sevimlilikte bir Gonzales yoktu, hatta toplamda 3 tane vardı zaten. Gri, tombulca, fazla iri, muhtemelen kart bir Gonzales'e bakarken yanında kahverengi bir hamster ve onun yedi sekiz tane yavrusu çekti dikkatimi. Anne o kadar tombul ve sevimli, yavrularsa o kadar minicikti ki! Daha annelerinden süt emiyorlardı minnacık elleri ve ağızlarıyla.
Dükkanın sahibine sordum, artık yem yemeye başladıklarını, yani beslenecek kadar büyük olduklarını söyledi. Ben de bir gri Gonzales'e bir de yavrulara baktıktan sonra; sırtı, kafası kahverengi, göbeği ve sırtının yanları beyaz bir yavru hamsterda karar kaldım. Yanında bir kutu yemle beraber aldım, eve getirdim. Hatta kıyafet alışverişi yapmayı planlıyordum Karşıyaka'da ama yavru hamsterımın aşkına onu başka bir güne erteledim.
Eve gelince büyükçe bir plastik kaba koydum hamsterı, altına ya Uykusuz'u yol yol kesip yumuşak zemin yaptım. Bir tane de oyuncak köpek koydum ki, annesini özlerse ona sokulsun, sıcaklık hissetsin.
Sıra yem koymaya gelince fark ettim ki, yem böceklenmiş. Karınca gibi ufak, çirkin böcekler var içinde. Ucuz etin yahnisi hesabı. Ben de yemi aldım, suya bastım. Böcekler ölüp, yüzeye çıktı. Onları toplayıp attıkıktan sonra, suyunu süzdüm. 200 derecedeki fırında evire çevire kuruttum. Fazla olan kısmını da derin dondurucuya attım. Artık değil böcek, herhangi bir yaşam izi kaldığını bile zannetmiyorum yemde.
Bu arada hamsterımı "Hımbılım benim! Ne kadar tatlısın sen öyle!" diye severken, adının Hımbıl olmasında karar kıldım. hem söylenişi hamster'ı çağrıştırıyor, hem de hamsterlar gerçekten hımbıl hayvanlar. :) Daha şimdiden alıştı bana, hiç kaçmıyor. Elimi uzattığımda gelip kokluyor, hatta yalıyor. Yemek de yiyor bol bol, önünden almak zorunda kaldım mamasını o derece. Gerçi asıl hımbıllık bende, hayvancağıza boyu kadar mama vermişim resmen. :)
Kusura bakmayın, tel'in kamerası dandik olduğundan ve Hımbıl hiç yerinde durmadığından resimler flu.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 01:32:00 5 yorum
Diyorum ki: sevgili günlük
4 Eylül 2009 Cuma
Yemeden ölmemeniz gerek yiyeceklerden biri bu Dole markasına ait, dilimlenmiş konserve ananas. Zaten ülkemizde ananas bitkisi yetişmediği için, sağda solda satılan taze ananaslar ithal geliyor. Yüksek fiyatlarından ve halka yabancı bir meyve olmasından dolayı; üstelik soyması, dilimlemesi biraz zahmetli olduğu için hâliyle pek tercih edilmiyor. Yine de derim ki, seviyorsanız tazesini tüketin. Çok lezzetli bir meyve.
Ama "Taze ananası nereden bulacağım, bulsam da nasıl yiyeceğim?" diyorsanız benim gibi, o zaman Dole'nin dilimlenmiş ananası sizin için bire bir. Ananasın kendi suyu içinde konservelenmiş bu ananasta ilave şeker de bulunmuyor. Yani meyve tadını, dokusunu olabilecek en iyi şekilde muhafaza ediyor. Üstelik tüketmesi kolay. Beyaz kremalı yaş pastalara ve sütlü tatlılara çok yakışıyor.
Arada kendinize bi güzellik yapmak isterseniz, alın bir kutu Dole, kenarda dursun. Tatlı kriziniz tuttuğunda ya da canınız meyve çektiğinde, saldırın! Hatta içindeki sudan yarım bardak doldurup üzerine de sağlam bir votka eklediniz mi... Dünyada sizden güzeli yok.
Afiyet olsun.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 23:24:00 0 yorum
Diyorum ki: ananas, şimdi reklamlar
Ramazan Postu:
Ramazan ayı, yalnızca sıcacık susamlı pideler ve müthiş lezzetli bir tatlı olan güllaç gibi güzel, insanı mutlu eden geleneklerle çalmıyor insanın kağısını. "Ramazan davulcusu" adı altında dolaşıp, tek amaçları artık fonksiyonelliğini yitirmiş bir geleneği kendilerine yontmak olan insanlar sağ olsun, istisnasız her gece uykumuzdan ediliyoruz.
Yahu bu devirde davulcuyla uyanan mı kaldı? Oruç tutan insan sayısı zaten gün geçtikçe azalıyor. Her evde en az bir cep telefonu, o olmadı çalar saat var. Bu aletler, öyle davulcunun desibeline bağlı olarak değişken sonuçlar da vermiyor. Hem her gün aynı saatte, aynı şiddette çalıp, uyandırma garantisi sunuyorlar; hem de bayramda kapınıza dayanıp para istemiyorlar. Üstelik çalar saat olmak için ihaleye girmeye de gerek yok.
İşte benim gibi düşünen Emin Abim, espritüel de bir insandır, bizim davulcuyu belediyeye şikayet etmiş. Bundan birkaç gün önce de annem, sokak köpeklerini çok havlıyorlar ve çevredekileri rahatsız ediyorlar diye şikayet etmişti. Bu iki şikayetin de ciddiye alınıp bir sonuca bağlanacağını sanmıyorum. Hadi köpekler neyse de, bu davulculuk işi zaten ihaleyle alınıyormuş. Hâl böyleyken, belediye bir davulcuyu işinden men etmeyi düşünmez bile. Zaten ramazanda davul çalmak yasaklanırsa, küçük çapta bir isyan çıkabilir mahallede.
Ama köpekleri toplayıp kısırlaştırabişlirlermiş, öyle demişler.
Hazır belediyeden bahsetmişken;
Dün bir arkadaşım, terk ettiği hatunun çirkinliğini "Belediyeye versen zehirlemez." diye tasvir etti ya, helal olsun. Yaratıcılıkta son nokta:).
Resim de Burger King'in ramazan kampanyası afişi. Güzel olmuş. Afferim. :)
The X-Files:
I WANT TO BELIEVE (We all do.)
Benim gibi X-Phile'ların mottosu olmuş bix The X-Files klasiğidir bu söz. Mulder'ın duvarında asılı duran bir UFO posterinin altında yazar bu cümle: I want to believe.
Yani "İnanmak istiyorum".
Her gördüğümde beni daha da alt üst eden bu sözler, biz farkında olmasak bile benliğimize, hissiyatımıza gizliden gizliye işlemiş bir içgüdü aslında. Hepimiz inanmak istiyoruz. Bu evrende yalnız olmadığımıza...
Bilmiyorum ki, insanoğlunun sosyal bir varlık olmasının bedeli mi bu. Sonsuz bir yalnızlık hissi yakamızı asla bırakmıyor. En mutlu, en dolu dolu yaşanan anın dahi ardından, bu hiçlik ve yalnızlık korkusu gelip yerleşiyor göğüs kafesimize ve orada yuva yapıyor.
Yalnız olmadığımıza inanmak istiyoruz, çünkü eğer yalnızsak koskoca bir hayatı boşa tüketmiş olacağız. Kimimizin kendini kanıtlama, kimimizin tanrıya inanma, kimimizinse yalnızca var olma çabası, eğer bunu görecek kimse yoksa, boşlukta kaybolup gidecek.
Oysa biz inanmak istiyoruz, inanmayı tercih ediyoruz yalnız olmadığımıza, haybeye yaşamadığımıza, her şeyin bir amaç için gerçekleştiğine, yaşamın bizden üstün, bizden yüce bir anlama sahip ve gerçeğin de orada bir yerde olduğuna.
Ama öyle mi gerçekten?
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 15:22:00 2 yorum
Diyorum ki: random, the x files
3 Eylül 2009 Perşembe
Üçünüze üçümüz...
Bu büyük günü kutlamamız lazım arkadaşlar. Koskoca bir yazın ardından Aşk-ı Memnu dizisi ekranlara geri döndü. Ben de tatil sebebiyle İzmir'de, ailemin yanında olduğum için az çok takip etme fırsatı buldum ilk bölümü. Önce geçen sezondan kısa kısa kesitler gösterdiler, ardından yeni bölüm başladı.
İnanır mısınız, bütün dizi boyunca gerim gerim oldum. Sanki Stephen King uyarlaması izliyorum. O derece! Ama asıl garip olan, bütün bu gerilimin Behlül ve Bihter gibi tuhaf isimlere sahip meşhur çiftin yakalanması üzerine kurulu olması. Benim burada midem kasılıyor, sinirlerim geriliyor. Neden? Çünkü Behlül Bey yengesini biiiip.
Bir yandan da düşünüyorum, bu romanın yayımlanma tarihi 1900, yani tam olarak 109 sene önce. Yirmi birinci yüzyılda yaşayan yeni yetme genç olarak beni bile rahatsız eden bu aile içi ihanet mevzusu, roman ilk çıktığında kim bilir nasıl tepkiler almıştır! Şimdi böyle bir şey yaşansa, 10 kişiden 8'i çeker vururum der, 109 yıl önce ne diyorlardı acaba?
Dizi, uyarlama olduğu için günümüzde geçiyor. Her yerde onlarca mahkeme, avukat, boşanma davası var yani. Önce gittin annene kapak olsun, cebin de para görsün diye elin moruğuyla evlendin, hadi bunu anlarım. Ama ne diye aynı evde yaşadığın playboy ruhlu bir insanla, üstelik kocanın yeğeni, kardeşinin eski sevgilisi olduğunu bile bile işi pişiriyorsun? O kadar meraklıysan sarı saça, mavi göze, üçgen vücuda; boşan, Behlül'le evlen. Tutan mı var?
Ha eğer derdin mal varlığını kaybetmemekse, o zaman para kimdeyse onun dizinin dibinde duracaksın. Derdin "Millet ne der?" ise, o bokları yemeden düşünseydin onu. Ama eğer derdin heyecan, adrenalinse, o zaman ybsg allasen.
Bu konuda da yorumum budur.
Aşk-ı Memnu Durum Şeması ileri derece fanı olduğum bobiler.org sitesinden alınmıştır.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 23:11:00 0 yorum
Diyorum ki: aşk-ı memnu, TV
Pilates... Plates... Food... D'oh! Plates of food!
Birkaç gün önce merak salıp "Pilates for Dummies" diye bir video indirmiştim bu konuda tam bir dummy olduğumu kabul ederek. Bu sabah saat beş civarında bir arkadaşımla yaptığım konuşma sonucu gaza gelip, biraz spor dedim az evvel. Yere birkaç minder atıp, attım kendimi üzerlerine.
Ama bu pilates hareketlerini takip edebilmek ne mümkün! Dersi anlatan ablamız zaten iyice kaslanmış, dudaklanmış, yuvarlanıp duruyor, üstüne bacaklarını yere 90 derece açıyla kaldırıp havada bir şeyler yapıyor. Bırakın o hareketleri yapmayı, benim bacaklar 50 derece falan kaldı. Gitmiyor daha!
Araya da "Bu zor bir egzersiz, hepsini takip etmek zorunda değilsiniz, yapabildiğiniz kadar yapın." formatlı notlar iliştirmişler benim gibi Coach Potato'lar hemen vazcaymasın diye, ama yok anam yok. Kuyruk sokumumdaki inanılmaz ağrıdan başka bir şey vermedi bana bu 5 dakikalık pilates maratonu.
Sonra da düşündüm: Benim zekam yeter ulan. 90-60-90 olmasam da olur. Hem güzellik geçici değil mi? Beni de seven böyle sevsin. Götüm küçük, bacaklarım ince diye bakacak olan zaten bakmasın... Bu böyle gider.
İnsan tembel olunca ne güzel bahaneler üretiyor, di mi kendine? Keşke bahane bulma konusunda da biraz tembel olsaymışım. Ama benden bi bok olmaz, bu gün bunu bir daha anladım. Ders çalışmak için oturup, 10 dk sonra "Ya ben bu konuyu biliyorum zaten." deyip bırakan; rejime başlayıp daha 3. günde "Kaç gündür doğru dürüst yemek yemiyorum zaten " diye jelibonlara gömülen; spor yapmaya karar verip sadece bir gün dayanabilen ben gene yaptım yabacağımı yani.
Amaan, ko götüne rahvan gitsin. Hem benim zekam yeter bi kere. Valla bak.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 17:19:00 4 yorum
Diyorum ki: sevgili günlük
CONFESSBOUN
İtiraf edin, rahatlayın!
Evet, itiraf.com'un repliğini çaldım, ama olur o kadar.
Confessboun, adından da anlaşıldığı gibi Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin birbirlerine ilan-ı aşk ettiği, utanç verici anılarını paylaştığı, bazen sevmedikleri kişilere laf geçirdiği, hatta hayaller,nden bahsettiği bir platform. Site tamamen umumi olduğu için, isim, e-mail adresi ya da sizi ifşa edecek herahangi bir bilgi verme zorunluluğunuz yok. Yani elinizi kolunuzu sallaya sallaya girip, "Komşunun tavuğuyla cinsi münasebette bulundum." yazabilirsiniz mesela. Ama bunlar hiç de tasvip etmediğimiz davranışlar, onu da belirteyim.
Confessboun'un bize yaptığı bir diğer güzellik ise, siteye üye olma fırsatı. E-mail adresinizle siteye kayıt yaptırabilir, böylece insanların bütün itiraflarınızı bir arada görebileceği bir arama sayfasına ve yalnızca size ait bir nick'e sahip olabilirsiniz. İşi abartıp, boun.edu.tr uzantılı adresinizi sisteme kaydettirip, Boğaziçi öğrencisi olduğunuzu tescil ettirebilirsiniz. Nick'İnizin yanına konan yeşil yıldız işareti sayesinde kayıtlı kullanıcı olduğunuz, kırmızı yıldız işareti sayesindeyse Boğaziçi öğrencisi olduğunuz herkes tarafından görülebilir-tabi ki kimliğinizi kesinlikle gizli tutmak şartıyla!
Boğaziçi öğrencilerinin büyük çoğunluğu siteyi biliyor ve kullanıyor. Confess'le ilgilenmeyen azınlık ise, arkadaşları sayesinde bir şekilde haberdar ediliyor neler olup bittiğinden. Şahsen benim de bir kayıtlı hesabım var, ama yazdığım şeyler o kadar ayan beyan ki o hesabın bana ait olduğunu şıp diye anlaşılabilir! Bu yüzden, gizli kaparlı sırlarımı ortaya bu nick'le değil, anonim olarak döküyorum.
Confess'e itiraf göndermeniz için, tabi ki Boğaziçili olmanıza gerek yok. Hem kayıtlı, hem anonim olarak isteyen herkes itiraf gönderebilir. Hem kötü şey iyi insanın içinde durmazmış. Hadi itiraf edin, rahatlayın!
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 04:30:00 0 yorum
Diyorum ki: şimdi reklamlar
2 Eylül 2009 Çarşamba
Hadi eskiden küçücüktüm, ufacıktım, top oynadım, acıktım... Ama şimdi diyorum kendime "Koskoca kadın oldun! Öyle dandik dandik rujlar, farlar sürmek olmaz!". Zaten insan bir kere çilek kokulu, krem gibi yumuşacık ama bir o kadar da kalıcı rujlarım ya da akmayan, dağılmayan, çevir-aç kapaklı göz kalemlerinin tadına vardı mı, vazgeçemiyor.
Şu son sene Kilyos'ta yurtta kaldığım için elimde fazladan para kalıyordu bayağı bi, ama bir sene boyunca zerre para koyamadım kenara. Elime ne geçtiyse ya Mango'ya ya Avon'a gitti. Ayakkabıları saymıyorum bile! Zaten saymaya kalksam zaman alır, o derece. (Yine de fırsat buldukça milyoncu penyecilerden de alışveriş yapmayı ihmal etmiyorum, ona da başka bir yazıda değineceğim.)
Televizyonda, dizilerde gördüğümüz tüm parasını kaportayı yenilemeye yatıran kokoş karılardan biri olmak istemiyorum, ama içimde bir yerlerde yaşayan bu söz dinlemez alışveriş canavarına nasıl dur diyeceğimi de hiç bilmiyorum doğrusu. Bu sene eve çıktığım ve Hisarüstü'nde yaşayacağım için öyle har vurup harman savuracağım paracıklarım olmayacak, ama eminim ne yapar eder bir Avoncu bulurum ben. Kendimi şaşırtmam bu konuda.
Bu konuya da dün akşam İTÜ'de gördüğüm bir duyurudan geldim. Hatunun biri sivilceler için mucize bir formülün ilanını vermiş. Bir senedir allem edip, kallem edip, yine de kurtulamadığım akne illeti sağ olsun, hemen denedim. Çünkü ben de, bu duyuruyu veren kız gibi, ne kadar tıp ve kozmetik desteği alsam da ÖSS döneminde baş gösteren aknelerimden kurtulamadım.
Formül şu:
2 çorba kaşığı bal (dandik market balı olmayacak, harbici bal)
1 çorba kaşığı taze, toz tarçın
Birkaç damla limon
Bu malzemeleri karıştırıp macun kıvamına getirdikten sonra yüzünüze güzelce sürüyorsunuz ve iki saat beklettikten sonra yıkıyorsunuz.
Ben daha bugün başladım yapmaya, ama bunu öneren kızın dediğine göre çok kısa zaman içinde etki gösteriyormuş. Hem yalnızca sivilcelere iyi gelmekle kalmayıp, cilde de bakım yapıyormuş. Bir hafta kadar kullanıp, ardından sonuçlarını size bildirmek üzere aranızdan ayrılıyorum.
Aknesiz kalın ve paranıza sahih çıkın.:)
Deli gibi deli gibi al al al al paraları paraları saç saç saç saç - saçma!
Karışımı yüzünüze sürdükten sonra, yukarıdaki gibi bir şey oluyorsunuz işte. Yakışmış di mi? Açtı bu renk beni.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 22:48:00 0 yorum
Diyorum ki: şimdi reklamlar
Sosyal düzenleri bakımından zaten insanlara bir hayli benzeyen bu hayvanlar, bir de utanmadan tarım yapıyormuş! Yemek için mantar yetiştiriyorlarmış yani yuvalarında. Bunu da bugün öğrendim.
Ama bundan çok daha garip bir gerçek daha var karıncalar hakkında. Bilindiği üzere her kolonide bir ya da bazen daha fazla kraliçe karınca bulunuyor. Kolonideki tüm üremeyi tek başına gerçekleştiren bu doğurgan karınca, işçi karıncalar tarafından bakılıp, besleniyor.
İşte bu işçi karıncalar, eğer kraliçe karıncadan memnun değillerse, onu beslemeyi kesiyor ve kraliçenin bulunduğu küçük hazneye giden tüm yolları kapayarak ölüme terk ediyorlarmış.
Yani "Köylü milletin efendisidir." sözüne geliyoruz, ama gerçek anlamında. Feyzalın, diyorum; başka da bir şey demiyorum. Feyzalalım.
Bu arada yukarıdaki resim de, hatırlarsınız, Karınca Z (The AntZ) filminden bi sahne. Bu film gösterime girdiğinde ben 8 yaşındaydım, sonradan TV'de izlemiştim. Filmin nette doğru düzgün görseli bile yok. Yaşlanıyoruz mirim.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 00:43:00 0 yorum
Diyorum ki: niteliksiz bilgi
1 Eylül 2009 Salı
Artık çoğu kişi Windows Media Player ya da Winamp kullanmıyor, aynı işi bu ikisinden çok daha sofistike şekilde yapan bir sürü yeni program çıktı.
Bense, bazı konulardaki yıkılamaz tabularım sağ olsun, hâlâ WMP kullanıyorum ve kimse bana daha iyi bir media oynatıcısı olduğunu kanıtlayamaz!
Benim gibi ısrarla WMP ya da Winamp kullananlar ve şarkı dinlerken aynı zamanda sözlerini de takip etmeyi sevenler, hatta müzik dinlemeyi başlı başına bir iş olarak gerçekleştirenler için küçük bir eklenti önereceğim.
Lyrics Plug-In!
Bayağı eski bir program bu zannedersem. İçinizde duymayan kalmamış olabilir. Yine de paylaşmak istedim. Bazen şarkı ya da sanatçı adı doğru yazılmadığında, şarkının sözlerini görüntüleyemiyor, ama genellikle Türkçe şarkılarda bile sorunsuz çalışıyor.
Eklentiyi buradan indirebilirsiniz. Hayırlı işlere vesile olması dileğiyle.(:
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 17:41:00 1 yorum
Diyorum ki: müzik, şimdi reklamlar
Uzun süredir İTÜ Sözlük'e üyeyim, ama anca son bir iki aydır orada aktif olarak yazmaya başladım. Kiminle konuşsam İTÜ'de abazan çoktur diyordu, ama girilerim nispeten en yüzü düzgün olduğu için bana çok fazla denk gelmedi öylesi. Yine de duyduğuma göre zirve resimlerinden kız beğenip, ona yazan insanlar var aramızda. Burada adlarını lanse etmek istemiyorum. Hehe.
Benim bahsetmek istediğim abazanlık ise, yazar-yazar ilişkisi tadında bir abazanlık değil. Ben gerçek hayatta karşımıza çıkan, barda içki içerken ağzını ayırıp bakan, yolda yürürken laf atan, ikisi bir araya geldiğinde hemen seks muhabbeti çevirmeye başlayan, daha eline kız eli değmemiş, klitorisin ne olduğunu bilmeyen abazan erkekler güruhunun akıbetini merak ediyorum aslında.
Sözlükteki girilere bakıyorum. Herkes sevişiyor! Zaten sol frame "Geçen gene sevişiyorum..." formatında başlıklarla dolu. Herkes üniversite öğrencisi, herkesin düzenli bir ilişkisi, hiç olmadı fuckbuddy'si var. Kime baksan, "Ben cinselliğe doydum, artık ihtiyaç duymuyorum!" mesajı veriyor yazılarında.
Bu binlerce sözlük yazarı benimle aynı ülkede yaşamasa, belki yiycem hani. Ama hepimiz aşağı yukarı aynı çevrelerde, benzer mentalitelere sahip insanlar tarafından büyütülmüşüz. Ülke namus cinayetinden, töre cinayetinden kırılıyor. Eminim "patlak" çıktı diye alnından vurulan kadın sayısı, fuckbuddy'si olan adam sayısından fazladır Türkiye'de.
Ama hâlâ aynı mavalı okumaktan geri durmuyor sanal alem seks ilahları. Memleket olarak çok sevişiyoruz mirim, öyle böyle değil. Tutabilene aşk olsun.
Evet evet, her kuşu s.ktik, bi leylek kaldı.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 14:22:00 2 yorum
Diyorum ki: abazanlık, itü sözlük, random
Valla tam olarak ne oldu, nasıl oldu, bilmiyorum, ama bir hafta kadar önce öyle boş boş bakınırken bir bloga denk geldim. Gaykedi. Blog'un dizaynı, görselleri zaten çok güzeldi, ona bir şey demeyeceğim. Ama içinde yer alanlar yazılar da bir o kadar sevimli, samimi, gerçekçi ve okunasıydı.
Tabi her "güzel" bir şey gördüğümde yaptığım gibi, ben de kıskandım ve aynından yaptım.
Hiç anlamam etmem ama, sırf başlığın etrafındaki çerçeve kalsın diye HTML'siyle bile oynadım sayfanın. O derece yani.
İşin garibi, bir hışımla "Ben öykü yazıcam, sırf öykülerim olucak bu blog'da!" diye giriştiğim bu işi -daha ilk günden- random yazılarla doldurmaya başladım bile. Üstüne güzel de bir resim koyuyorum, aynı Gaykedi gibi oluyor. Valla bak.
Son olarak, o bunu bilmese de yeni idolüm Gaykedi rumuzlu bu blogcudur. Kendisine ve biricik aşkına iyi dileklerimi yolluyorum buradan. Okuyunuz, seviniz.
KİM ÇÜRÜK?
Bir arkadaşım doğup büyüdüğüm şehirde askerliğini yapıyor şimdi. Şansımıza, balımıza kısa dönem.Okul açıldığında burada olamayacağım için her hafta sonu ziyaret ediyorum, bir şeyler yiyoruz, laflıyoruz artık askeriye bahçesinde olduğu kadar.
Bir keresinde, askeriyede dönen iğrenç seks muhabbetlerinden bir kuple olarak, orada geçen senelerde yaşanmış gerçek bir olayı anlattı bana.
Askeriyenin dışarıyla irtibatı olan lojistik bölümüne 1 (yazıyla bir) adet hayat kadını gelmiş, ama bu kadını 1 kişi için getirmişler ( bu da yazıyla bir). Hangi küfrü edeceğime karar veremediğim gözü dönmüş askerler de, bu kadını tutup zincirlemişler ve tahmin edebileceğiniz gibi, olaylar gelişmiş...
İçimizden en azgın olanının bile anca kabuslarına konu olabilecek bir olaydır sanırım bir bölük asker tarafından tecavüze uğramak. Benim kafamı asıl kurcalayan şey ise, eş cinsel olduğu için askere gitmeyi reddeden erkeklerin "çürük", böyle aşağılık zihniyetli katli vacip insan yavrularının ise Türkiye standatlarına göre "sağlıklı" olarak nitelendirilmeleri.
Merak ediyorum, acaba bir kişiyi "hasta" kategorisine sokmak için daha ne lazım? Ya da "normal" kabul edilmek için, penisi olmayan herhangi bir canlıyı havada karada s.kmek yeterli mi yani? Toplum olarak, pakete değil de içindekine bakmayı öğreneceğimiz zamanı heyecanla bekliyorum.
Yazan&Çizen Pastafaryan ༺༻ 03:42:00 2 yorum
Diyorum ki: çürük raporu, random
31 Ağustos 2009 Pazartesi
İşin ilginç yanı ise, o olaydan beri, yani kendim ve dünya hakkında düşündüğüm her şeyin tersini bir anda kendime ispat ettiğim o andan beri, kafamdaki bu fikir hiç ama hiç değişmedi. Tüm yaşayanlar, eşit olarak ve eşit şekilde yaşamayı hâk ediyorlar hâlâ nazarımda. Ama anlam veremiyorum. Beni buna yapmaya iten şeyi, o duyguyu veya o içgüdüyü sanırım asla anlamlandıramayacağım. Bu durumu açıklayabilecek tek sözcük geliyor aklıma uzun bir kafa yormanın ardından: kırılma. Zamanın ve mantığın bir anda kırılması, iki parçaya ayrılması, bu iki parça arasında sizin bambaşka bir kimliğe bürünüp gerçekleştirdiğiniz bu eylem ve ardından hiçbir şey olmamış gibi zamanın kaldığı yerden devam etmesi. Kırılmadan kastım budur.
Anlık bir delilik, cinnet ya da öfke nöbeti gibi sıradan ama yeterli kavramlarla da açıklayabilirdim başıma gelen şeyi, oysa bu yalnızca kolaya kaçmak olurdu. Ben, şimdiki aklımla biliyorum ki hiçbir şey basit bir cinnetten ibaret değil. Her şey bir neden için gerçekleşiyor, biz bu nedenden bihaber dahi olsak. Bir delinin veya aşırı iyimser bir kişinin zırvaları gibi gelecektir bu sözler kulağa, tahmin edebiliyorum. İyimserliği delilikle eş tutmak istemem tabi. Delilik, hakkında yüzlerce kitap yazılmış bir haddinden fazla yaratıcılık hâlidir, iyimserlik ise salaklığın halk arasındaki adı. Ama tüm bu süreç içerisinde sizden emin olmanızı isteyeceğim tek şey, bilmiyor bile olsa her şeyin daha büyük, daha güzel bir sebep uğruna gerçekleştiği. Hey şeyin. Aklınızın alabileceği her şey.
Artık o güne, hatta belki de o saate dönmek istiyorum, çok bile oyalandım bu girizgah mevzusuyla. Çoğunuzun gözünde aşağılık bir insan olduğumu, hatta bana insan demenin neslimin geri kalanına hakaret olduğunu düşündüğünüzün farkındayım. Bu nefret ve iğrenme, yabancı olduğum duygular değil. Yıllardır görüyorum onları bana bakan herkesin suratında. Ama yine de bilmenizi istiyorum ki, ben de bir zamanlar aşıktım ve dünyanın en büyük aşkıydı benimkisi. Biricik sevgilimin altın sarısı saçları için yazdığım dizelerden destan, onun dudağının kenarında bir anlık tebessüm görebilmek için döktüğüm dillerden roman olurdu. Teninin her zerresi küçük, minicik bir pıtlantı tanesiydi benim için ve dokunmaya kıyamazdım ona incileri dökülmesin diye. Kat kat giysileri altın varak, gözleri yüz on karat kakma zümrüt gibiydi. Öyle güzel, öyle büyüleyici bir varlıktı ki o, dudağından süzülen bir “of” sesi uğruna, dünyadaki denizleri dağlarla yer değiştirebilirdiniz ve eğer memnun kalmazsa, tekrardan yerine koyardınız hepsini. Sırf o mutlu olsun, sırf onun yanağındaki kiraz çiçeği ile gözlerindeki mercan mavi solmasın diye.
Bazısı bu ayrıntıları hatırlayacağımı düşünmez, ama dün gibi hatırlarım ben. Sol yanağında bir gamzesi vardı güzeller güzeli kraliçemin ve tam göbek deliğinin yanında küçük, tırnak kadar bir doğum lekesi. Hatta en çok da bu lekeyi hatırlıyorum işte. Çünkü aşkımınızn canlı bir kanıtı olarak görür, diğer her yerinden daha çok severdim o minnacık lekeyi. Sütlü kahve renginde, tatlı mı tatlı bir lekeydi, onu bu kadar özel yapan şey ise sahip olduğu, elle çizilmiş gibi mükemmel kalp şekliydi. Onu camın önündeki kanepeye yatırır, öper, öper, öperdim bu kalbi sanki olduğu yerden söküp almak istermiş gibi. Biriciğim, aşkım ise dünya ortadan ikiye ayrılıyormuş gibi gülererek eşlik ederdi öpücüklerime. İkimiz birlikte, dünyanın en güzel şarkısını mırıldanan iki cennet papağanıydık sanki. Eğer bir göktaşı düşse, Vikingler ülkeyi istila etse ya da Uçan Spagetti Canavarı bir peygamber gönderse, bundan haberi olacak son insanlar biz olurduk. Demek istediğim, bu denli habersiz ve umursamaz bir tavır içerisindeydik bizim dışımızdaki her şeye karşı.
Ama size anlatmak istedikler bunlar değil. Hâlâ o günleri gözlerim dolmadan yad edemem, ama bazen keşke diyorum, keşke anlatacaklarım bunlar olsaydı...
O gün de, yazın ilk günlerinde olduğu gibi, pırıl pırıl bir güneş vardı gökyüzünde. Az evvel yağmur yağmış olmalıydı, çünkü verandadaki çiçekler ustalıkla işlenmiş bir elmas edasıya parlıyordu sevgilim ahşap oyma kapıdan içeriye adımını atarken. Hiç olmadığı kadar güzel görünüyordu, göz bebekleri neşe saçıyordu ve dudakları fırından yeni çıkmış çilekli turta gibi tatlı tatlı pırıldıyordu, üstelik karşı konulamaz bir lezzetteydi. Onu kucağıma aldığımda savrulan saçları, ilkbaharda en yüksek dağın eteklerinden toplanmış nadide çiçekler ve taze kekik gibi kokuyordu; ta çocukluğumda kalmış hayallerimi tekrar canlandırıyordu bu koku ve tat şöleni. İçlerinden en güzeli ise, adımı söyleyip kahkalara boğulurken sesindeki o tınıydı. Yine bir bahar sabahı, erik yeşili çimlerle kaplı bir yamaçta uzanırken etrafınızda uçuşan serçe ve kırlangıç seslerine uzaktan eşlik eden, heniz üç haftalık yavru keçilerin çıngırak seslerini hayal edin. İşte kulağıma adımı gülücükler arasında fısıldayan bu ses, ondan on kat daha huzurlu ve neşeliydi. Durmaksınızın adımı tekrar ediyordu, kulaklarım yanıyordu sesinin güzelliğinden.
Her şey o kadar insanüstü, olağan dışı ve mükemmeldi ki, aklımda tek bir düşünce vardı. Zamanı tam o anda durdurmak istiyordum. Kollarımın arasındaki bu tanrıça bedeni hep orada kalsın ve sonsuza kadar adımı mırıldansın istiyordum. Burada, bu mutluluk anında donup kalalım, zaman içerisinde taşlaşıp dünyadaki en harika sanat eseri hâline gelene kadar da orada duralım istiyordum. Hiç olmadığım kadar hayat dolu olduğum o an, ölüm hiç bu kadar görkemli görünmemişti bana. Evet, evet, ölmek istiyordum; ölmek ve ardından sonsuz hayatımı yalnızca bu an içinde tekrar ve tekrar yaşamak! Dünya parçalanana, evren son haddine kadar genişleyip patlayana ve eğer bir yerlerde bir Tanrı varsa, o bile son nefesini verip hiçliğe dönüşene kadar ben bu mutluluk anında var olmalı ve sonsuza dek yaşamalıydım. Son arzum buydu işte. Ölümü ve ölümsüzlüğü aynı anda, tek bedende fethetmek!
Kafamda tüm bunlarla, ne yaptığımın farkında olmaksızın sarıldım dünyalar güzeli aşkımın kuğu zerafetindeki boynuna. O bembeyaz boyunda kalın, boğumlu parmaklarımın mor bir izi çıkana kadar bastırdım. Ellerim ateş gibi yanıyordu, ama asla durmayı düşünmüyordum. Tek gördüğüm o şekilli, kan kırmızısı ağızdı. Hâlâ adımı söylemeye çalışıyordu. Fakat ne demek istediğinin benim için bir önemi yoktu artık, yalnızca dudaklarının hareketini gözlüyordum avuçlarımın arasında daha da sıkarken incecik boynunu. Tüm gücümle bastırdım, bastırdım gözlerimden düşen bir damla yaş sevgilimin kiraz çiçeği rengini tonbeton kaybeden kadife yanaklarını yalayıp geçerken. O zaman fark ettim işte o kan kırmızı ağzın artık tek bir hareket dahi etmediğini ve yaşamın bu narin bedeni terk edip gittiğini. Avuçlarımı hasır örgü tavanın ardındaki gökyüzüne açıp, duyup duyabileceğiniz en korkunç kahkahayı atarken mutluydum, yeryüzündeki hiçbir insanın olmadığı kadar mutlu. Her şey başladığı hızla bitti, fakat bir an için bile olsa sonsuzluğu kavramıştı bu eller. Oysa daha evvel yaşayanların hiçbirine bahşedilmemiş bir lütuftu bu.
Şimdi bu sözleri yazarken, yüzünüzün aldığı şekli gözümde canlandırabiliyorum. Benim deli olduğumu düşünüyorsunuz, fakat bu güzel bir şey. Çünkü daha önce de dediğim gibi, delilik anlaşılamayan aşırı yaratıcılık hâlinden başka bir şey değildir. Yazdıklarımı olduğu gibi kabul etmek ya da son zerresine kadar reddetmekte özgürsünüz. Bilmenizi isterim ki, ben burada cezamı her gün çekiyorum, her gün bu parmaklıklar ardında tüm hayatımın değiştiği o günü düşünüyorum ve sırf sizler içimde ufacık bile olsa bir iyilik parçası olduğuna inanasınız diye yaptıklarım için pişmanlık duymaya çalışıyorum. Fakat biricik kraliçemin kucağına uzanmış, onun susmak bilmek sesinden adımı tekrar ve tekrar işitirken kulaklarım ve kapandıkları anda mercan mavisi gözleriyle buluşurken gözlerim, sonsuzluğun gerçekten var olmadığına inanmamı nasıl bekleyebilirsiniz? Aklımı kaçırdığımı da düşünseniz, eminim, sonsuzluk var ve konuşuyor, adımı söylüyor bana.
Her şey bir neden uğruna gerçekleşir, biliyorum ve eğer bu benim lanetimse onunla birlikte ömrümün her gününü geçirmeye razıyım bu dört duvar arasında.
Sonsuza kadar.